Kapitalizm hepimizi, Türkiye’yi, tüm insanlığı öyle bir yola soktu. O yoldan nasıl ve hangi koşullarda çıkılacağı ise, bilmem söylememe gerek var mı ama mücadele ile belirlenecek.

Felaketler örgütlü, felaketzedeler örgütsüzken…

Bazı ülkelerin, bazı toplumların ancak yüzyıllık süre içinde yaşayabileceği felaketleri, “akıl almaz” olayları bazen bir gün içinde, bazen bir hafta içinde yaşayıp geçiyoruz işte. Ülke, dünya resmen hepimizi, depresyona girmeyecek olanlarımızı bile bunalıma ittiriyor. Aklımızı başımızdan uçuran olaylar arka arkaya geliyor ve kaygı, endişe, evham içinde dolanıp duruyoruz.

Haftaya sönmekte olan alevlerin aklımızı alan acılarıyla başlamıştık, araya sokakları ele geçiren öfke, linç ve “defolun” sesleri girdi ve sonra da sellere teslim ettik zihnimizi. Sosyal medyanın da etkisiyle, paylaşılan görüntüler, yaşanan anlar hepimizi infialin eşiğine getirdi. Hatta Türkiye artık patlamaya hazır bir enerji küpü halini aldı. Hatta uzun amandır böyle! Tarihsel ve toplumsal virajlarda ülke savrulup gitmesin, düzen tehlikeye düşmesin diye herkes durumu idare ediyor. Aklı dumura uğrasa bile…

Ama belli, büyük şeyler oluyor! Ve belli, daha da olacak. 

Salgında İtalyan toplumunun hali, geçen yıl bu sıralar limanındaki büyük nitrat patlaması ile sarsılan Beyrut, savaş ile terbiye edilen Ermeni halkı ve Türkiye’de arka arkaya yaşadıklarımız (salgın, depremler, seller, yangınlar, sosyal medyadaki infial hali) yeni dönemin simgesel olayları olarak görülebilir. Büyük, sarsıcı toplumsal olayların yaşanacağı bir dönemin…

Kapitalizm hepimizi, Türkiye’yi, tüm insanlığı öyle bir yola soktu. O yoldan nasıl ve hangi koşullarda çıkılacağı ise, bilmem söylememe gerek var mı ama mücadele ile belirlenecek. Umudun ve yıkımın bir arada olduğu günler, dumurluk olaylar, günler bunlar.

Ama başlıkta vurguladım gibi: kapitalizmin başımıza açtığı felaketler örgütlü, felaketzedeler ise örgütsüz! Mesele biraz da bu!

Öyle olunca mesela göçmenlerden nefret etmek de kolay! Aksini düşünmek, yaşamak için başka bir dünya lazım!

Neden mi?

Tabii ki en başa ekonomik işleyişi yazmak lazım. Modern göç tarihi gösteriyor ki refah varsa kısmen saadet var. “Yabancı” düşmanlığı refahla azalma eğilimi gösteriyor. Ama her şey para değil. Irkçılık, yabancı düşmanlığı ve göçmen karşıtlığı zengin ülkelerin de sorunu. Hatta en çok onların sorunu.

Çünkü… 

Çünkü “yabancı” gündelik ve tarihsel yaşantının depolanabileceği, üzerine boca edilebileceği en kolay erişebilen rezervuardır. Ve bu depolama yaşanan olumsuzluklara dair kolay bir anlam da sunar: “İşsizlik var çünkü Suriyeliler var” ya da “Ahlâk kalmadı çünkü doğulular pistir!” gibi. Bu tür akıl yürütmelerde derinlik, kapsamlı açıklama gerekliliği ortadan kalkar. Yani “göçmenler” kötüye giden her şeyin içine tıkılabileceği bir depolama alanı olarak her tür olumsuz duyguyu emer, yutar. Bir tür vakum makinesi gibi düşünebilirsiniz göçmen karşıtlığını: Önüne gelen tüm olumsuzlukları, ilgili olsun olmasın, yutar, içine alır, depolar!

Ve kötü giden bir gündelik yaşam karşısında, zihinsel olarak gerilemiş bir toplumda, her tür ilkel doyum nesnesine ihtiyaç vardır: Bir tarafta reisler, başkanlar, kurtarıcılar vardır; öbür tarafta da düşmanlık, nefret ve linç! İkisi bir arada yükselir.

Yükselir ve her tür kapsamlı açıklamayı, iknayı, anlama sürecini gereksizleştirir. Hatta bu tür uğraşlar tam da nefreti bir nesneye depolama ihtiyacına engel oldukları için kolayca gereksiz, değersiz ve düşman olarak görülür. Mesela sınıfsallık, sosyalizmin mirası, kardeşliğin ancak buna gözünü dikmiş bir siyasi iktidarla sağlanabileceği de laftır! Tüm bunlar teferruattır. 

Ve işin ilginci kapsamlı açıklamanın gereksizleştirilmesi “ırkçılık karşıtları” tarafından da yapılır. Solun genel hali böyle değil mi? Mesela göçmen gerilimine ağırlıklı olarak insaniyet/vicdan penceresinden yaklaşılmıyor mu? Ortada emperyalist bir yıkım, siyasi iktidarın rahatlığı, sermaye sınıfının iştahı ve emekçilerin örgütsüzlüğü yokmuş gibi… 

Bu örgütlü kötülüğü ancak örgütlü bir akıl yenebilir. Vicdan ve insaniyete daralmış bir söylem ise sermayenin payını, sınıfı silikleştirir. Geriye, kötülük, art niyet, suç kalır. O kadar! Üstüne göçün getirdiği gerilim de atlanmış olur.

Öyle az önemsenecek bir durum değil bu! Vicdan önemli ama sınıf daha önemli.   

Ve hepsinin ortasında, yangınların, öfkenin, sellerin, örgütsüzlüğün ortasında, Türkiye toplumu dağılma sinyalleri veriyor.

Boşuna değil!

Türkiye’nin başka bir sesi, nefesi, ruhu vardı. Her şeye rağmen… Türkiye güzel bir ihtimaldi ve biliyorsunuz üstünden neredeyse yarım yüzyıl geçti o ihtimalin! Ezdiler o Türkiye’yi, öğüttüler. 

Muhalif tantananın içinde pek gündeme gelmiyor ama mesela özelleştirmelerle ezdiler o Türkiye’yi…

Özelleştirmeler ve kamunun tasfiyesi biçimindeki sermaye saldırısı toplumdaki dayanışmacı, ortaklaşmacı (kolektif) değerleri de aşındırdı. Yerini bencillik, köşe dönmecilik, herkesin birbiri üstüne basarak yükseldiği ve alttakinin canının çıktığı kariyer fırsatları kaldı. Sermaye sadece fabrikaları, yolları, köprüleri, doğayı talan etmekle kalmadı toplumu bir tutkal gibi bir arada tutan sosyal sermayeyi de yedi. 

Arabaları düşünen ama insanları düşünmekte ufku kalmamış bir siyasi/toplumsal doku var artık. Aklım halen Bozkurt’ta, çocuklarına içi yanan o kadının sesinde…

Onca yalnızlığı yaşarken muhtemelen örgütsüzlüğümüz o annenin aklına bile gelmeyecek. Onca acının arasında zor da…