Göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapmak her adımda sizi insanlıktan uzaklaştıran bir “Amok” koşusudur. Varacağınız yerde bulacağınız şey “namus” filan değil, barbarlığın ve faşizmin kör karanlığı.

Faşizme göçmek

Göçmek bir eylem. Hepimizin ilk aklına gelen anlamı bir sebeple kalkıp başka bir yere gitmek. Kendi isteğinizle veya zorunlu kaldığınız için. Hayvanlar da göçüyor, insanlar da. Ortada artık eli yüzü düzgün bir TDK kalmadı ama bildiğim kadarıyla bir de çökmek anlamı var. Mecazi olarak ölmek ve şu sıra pek çoğumuzun yaşadığı gibi parasız kalmak anlamına da geliyor.

Göçmek eyleminden göçer, göçmen gibi sözcükler türetilmiş. Kabaca göçü bir yaşam biçimi olarak benimseyene göçer, böyle bir tercihi olmasa da göçenlere ise göçmen diyoruz.

Göç ve göçmenlik salt bölgesel veya ulusal ölçekte anlaşılması mümkün olmayan küresel bir mesele. Bu bağlamda, Erhan Nalçacı’nın sorunun bugünün dünyasında geldiği noktayı son derece isabetli ve somut verilerle açıklayan yazısını okumanızı öneririm.

Türkiye son on yıldır yoğun bir şekilde ve deyim yerindeyse “kıra döke” tartışıyor göçü. Çevremde gözlediğim, çeşitli mecralarda izlediğim kadarıyla göç ve göçmeni bir sorun kaynağı olarak kabul edenler çoğunlukta. Üstelik bu salt Türkiye’ye özgü bir yaklaşım değil. Her ne hikmetse çok “medeni” saydığımız ülkelerde de ciddi bir tartışma konusu artık göçmenler.

Dışişleri Bakanlığından emekli olmadan önceki son dış görevim T.C. Brüksel Büyükelçiliği’ndeydi. Belçika yabancısı olduğum bir ülke değildi. 2001-2005 yılları arasında bu kez Türkiye’nin AB nezdindeki Daimi Temsilciliği’nde de görev yapmış ve dört yıl ailemle birlikte Brüksel’de yaşamıştım. Görevim gereği Belçika siyasetini yakından izledim.

Belçika’nın başkenti Brüksel gerçek anlamda bir göçmen kentidir.  Herhangi bir saate metroya bindiğinizde veya merkezi yerdeki bir kafeye oturduğunuzda etrafınızda en az yedi sekiz dil duyar, her “renk” ve şekilden insan görürsünüz. Brüksel aynı zamanda AB’nin ve NATO’nun da merkezi konumunda olduğu için göçmen dediğinizde ilk akla gelenlerin çok ötesinde ve geniş bir halklar yelpazesini kapsayan yabancı nüfus barındırır.

Gelişkin bir ekonomisi var Belçika’nın. Zenginliğinin birincil kaynağı acımasızca sömürdüğü Kongo değil. Büyük Britanya’nın marifetiyle Fransa, Hollanda ve Almanya’nın arasına kondurulan Belçika daha Afrika’ya ayak basmadan  Sanayi Devrimi’nde İngiltere’yi izleyen ikinci ülke. Zenginliği yaratan kömür madenleri ve hızla büyüyen demir-çelik endüstrisinde çoluk çocuk dur durak bilmeden çalıştırılan, alabildiğine  sömürülen Belçika proletaryası.

Ülkenin refahı yükseldikçe Belçika işçi sınıfının madenlerdeki erken ölüm nöbetini zaman içinde İtalyan, İspanyol, Portekizli, Polonyalı ve en nihayetinde Faslı ve Türk emekçileri devralmış. Kongo başta olmak üzere Fransızca konuşulan bir çok Kuzey ve Batı Afrika ülkesinin emekçisi de zaman içinde Belçika kapitalizminin doymak bilmeyen ucuz emek ihtiyacını karşılamak üzere gelmişler. Bu yüzden de ülkenin Valon ve Flaman olarak adlandırılan yerli halkının yanında kelimenin tam anlamıyla yetmiş iki milletten adam yaşıyor Belçika’da.

Bu resme bakınca gerçek anlamda bir göçmen ülkesi görüyorsunuz ve üç-beş günlük bir gezi yapsanız Belçika’da göçmen karşıtlığının başat bir siyasi konu olacağına ihtimal vermeniz hiç kolay değil. Ama oluyor işte.

2015 yılının sonbaharında Belçika’daki görevime başladığımda Başbakan Charles Michel başkanlığında bir hükümet yaklaşık bir yıldır işbaşındaydı. Üç bölgeli Federal bir devlet olan Belçika’da iktidara gelmek zor zanaat. Koalisyon kurmanız şart. Michel Hükümeti de üçü Flaman kimlikli, biri ise Michel’in Fransızca konuşulan bölgelerde örgütlü ve merkez sağ eğilimli MR’si olan 4 partiden oluşuyordu. Bu hükümetin özelliği enikonu sağcı bir koalisyon olmasıydı. Gerçekten de Michel Hükümeti görevde bulunduğu dört yılda Sermayenin rüya kadrosu olarak çalıştı. Çalışanların haklarının budanması, Sermayeye vergi indirimi, artık aklınıza ne gelirse.

Michel Hükümeti o kadar “uyumlu” işliyordu ki, 2016 yılının Mart ayında yaşanan ülke tarihinin en kanlı terör saldırıları bile  koalisyonu bozmaya yetmedi. Gelin görün ki bu masal iklimi olağan genel seçimlere beş ay kala sona erdi ve 2018 yılının Aralık ayında hükümet düştü.

Görev süresi boyunca Belçika’nın ve dünyanın bütün sermayedarlarının haklı övgülerine mazhar olan bu sağcı ve emek düşmanı koalisyonun dağılma sebebi ise göç ve göçmenler konusuydu. Oysa 18 Mart 2016’da Türkiye ile AB arasında varılan Göç Mutabakatı sayesinde ülkeye -teknik ve soğuk terimle söyleyelim- “düzensiz göçmen” gelişleri yıllık bazda birkaç bine düşmüştü ve bunun artacağına dair bir işaret de yoktu.

Göç konusu bütün Avrupa’yı meşgul ettiği 2014-2016 döneminde  meselenin Belçika’ya yansıması özelikle Britanya’ya geçmek isteyen birkaç bin “düzensiz göçmen”in Brüksel’in parklarında geçici sürelerle gecelemesi koalisyonun büyük Flaman ortağı aşırı sağcı N-VA’yı rahatsız etti. N-VA mensubu İçişleri Bakanı bu parklara polis gönderip göçmenlere verilen yardım malzemelerini topladı, imha etti. N-VA’nın emrindeki federal polis  direnen gönüllü ve göçmenlere de tekme tokat girişti.  Koalisyonun sağcı diğer partileri “biz de göçmen istemiyoruz ama bu kadarı ayıp oluyor, çirkin görünüyor” kabilinden tepki gösterdiler.

Başbakan Michel tam bu ortamda BM tarafından Fas’ın Marakeş kentinde düzenlenen göç konulu toplantıya katılacağını ve imzacı ülkeler bakımından hiçbir bağlayıcılığı olmayan “BM Marakeş Paktı”na imza koyacağını açıklayınca N-VA koalisyondan çekildi. N-VA’nın bu kararının ardında o ana kadar hegemon parti konumunda olduğu Flaman bölgesinde kendisinin de sağında faşist ve göçmen karşıtı bir partinin güçlenmesi yatıyordu. Bu arada Michel Hükümeti yeni seçimlere kadar işbaşına kaldı ve göçmen sayısında bir patlama filan da yaşanmadı. Beş ay sonra yapılan seçimlerde ise N-VA’nın göçmen düşmanlığına dayanan bu manevrasının sonucu aşırı sağcı Vlaams Belang’ın ülkenin kuzeyinde ve federal düzeyde daha da güçlü hale gelmesi oldu.
 
Bunları anlatırken şunu eklemek de her ülkede olduğu gibi Belçika’da da  sayıları hiç de az olmayan güzel insanlara borcumdur: Sermayenin partileri üç bin göçmen üzerinden  bir sonraki seçimlerin hesabını yaparken özellikle Brüksel’deki Belçikalı emekçi aileleri o göçmenlere yardım eli uzatmak için örgütlendiler. Polisin yakıp yıktığı, el koyduğu her eşyanın yerine yenisini koydular. Hani şimdi bilmiş teyzeler-amcalar  “çok istiyorsanız evinize alın” diyorlar ya,  Michel Hükümeti’nin maaşlarına, emekli aylıklarına göz diktiği Belçika emekçileri Suriyeli, Afgan veya Somalili o göçmenleri gerçekten evlerinde konuk ettiler. Hiçbiri de uykusunda boğazlanmadı, soyulmadı. O emekçiler, insanlıklarını ve insanlığa umutlarımızı büyüttüler.

Şimdi “Türkiye ve dünya Afganistan’la yatıp kalkarken, sınırlarımızdan içeri binlerce göçmen içerideki milyonlara eklenirken bunları uzun uzun anlatmanın anlamı neydi?” diye soracak olanlar için masal gibi okuduğunuz bu öyküden çıkardığım bir-iki dersi özetleyeyim:

Elbette ülke sınırlarının güvenliğinin sağlanmasını, sokaklarda güven içinde yaşayabilmeyi  talep etmek hakkımızdır. Bunu yaparken sebep-sonuç ilişkisini kuramazsak, bugün yaşanan manzaranın failini doğru teşhis edemez, insanlık onurunu koruyacak bir düzen için örgütlenmez, önünde sonunda bizi de vuracak ayrımcılığa ve ırkçılığa alan açarsak bir gün biz de o şimdi aşağıladığımız göçmenler gibi denkleri sırtımıza vurur yollara düşeriz.

Bir son söz de düzen muhalefetine; Göç meselesi ülkenin başına gelmiş bu rejim görünümlü afetten kurtulmak için uygun bir araçmış gibi görünebilir. Ancak bu kafayla giderseniz kurtulmak istediğinizden daha da beter bir pisliğin içine düşebilirsiniz.

Göçmen karşıtlığı üzerinden siyaset yapmak her adımda sizi insanlıktan uzaklaştıran bir “Amok” koşusudur. Varacağınız yerde bulacağınız şey “namus” filan değil, barbarlığın ve faşizmin kör karanlığıdır.