"Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil."

Faşizme düşman olmak için dünya savaşına mı girmeliydik?

Toplumların düşünme stillerini, genel siyasi hassasiyetlerini, meselelere ağırlıklı yaklaşım biçimlerini, ideolojik dünyalarını ve kavram setlerini şekillendiren ortak tarihsel tecrübeleri vardır. Yani verili durumda bir toplum içinde öne çıkan kültürel, siyasal, ideolojik kodların değişmez filan olmadığını, aksine zamandan, mekandan, koşullardan arındırılmış bir toplumsal fıtrattan söz edilemeyeceğini söylemiş oluyoruz.

Peki nelerdir toplumları dönüştüren bu tarihsel tecrübeler?
Devrimler, isyanlar, katliamlar, göçler, savaşlar, travmatik yenilgiler veya büyük zaferler… Bunların tamamı toplumda derin izler bırakan, kolektif hafızaya işlenen ve bu anlamda topluma kişilik kazandıran olaylar. Toplumun kişiliksizleştirilmesi ise aynı şekilde bu kolektif hafızanın tahrif edilmesine, kimi unsurlarının yok edilmesine yaslanıyor. Dolayısıyla tarihten getirilen korku ve kaygıları, sevinç ve üzüntüleri kavramanın, geçmişte yaşanan büyük tecrübeleri dikkate almanın o toplumu ileriye taşıma, değiştirme iddiasındakiler için de kaçınılmaz olduğu ortada.

Eşitsizliğin öyle veya böyle norm kabul edildiği, kanıksandığı hiçbir toplumun benliğinde yalnızca iyi ve güzel değerlerden bahsedilemeyeceği açık, bu düpedüz milliyetçilik olur. Ama iyi ve güzel olanın serpilip büyümesinde tarihin verdiği derslerin önemini de asla yadsıyamayız. On yıllarca savaşmış, nesillerini savaşlarda kaybettikten sonra işgale uğramış ve bu işgali olağanüstü bir çaba ile püskürterek nihayet barışı kazanmış bir toplum, barışın değerini ve savaşın gerçek anlamını benliğinin derinliklerinde hissetmeye devam eder. Bunlar tabii ki yukarıda da ifade edildiği gibi değişmez şeyler değiller, her biri birer mücadelenin konusu. Ama o mücadeleyi verirken bir topluma barışın değerini yine o toplumun tecrübelerine referansla anlatabilmek büyük bir meşruiyet kaynağı.

Türkiye toplumunda köklerini tarihten alan ciddi bir bağımsızlıkçı damar var. Ne yaparlarsa yapsınlar emperyalist ülkeleri Türkiye toplumuna şirin gösterememeleri işte bu damarın varlığında mümkün oluyor. Onlara karşı daima tetikte olunulması gerektiğine ilişkin bir içgüdüye sahip bu toplum. Dünyanın bir bütün olarak yaşadığı hafıza kaybına ve değerler erozyonuna rağmen savaş karşıtlığının da karşılık bulabileceği, örgütlenebileceği bir ülke Türkiye. Yaşam tarzlarına dönük sistematik baskıya rağmen seküler yaşam biçiminin taşıyıcılığının yalnızca laik duyarlılığa sahip kesimlerle sınırlı kalmaması da bu toplumun kodlarıyla ilgili. Takkeydi, şalvardı, aman! Keza bu ülkede kendini başka maskeler ardına gizlememiş, açık liberal bir tutumun karşılık bulamayışının da ırkçılığın son kertede ayıp kabul edilişinin de toplumun değerleri ile bir bağlantısı var. Ama sermaye sınıfının bütün bu işçi düşmanı siyasetleri perdeleyecek etkili araç ve yöntemlere sahip olduğu da ortada.

Türkiye'de faşizmin zeminini genişletme girişimlerine son dönemde giderek daha fazla şahit oluyoruz. Ne yazık ki ülkemizde faşizmin ne denli büyük bir felaket anlamına geldiği ve insanlığın başına ne büyük belalar açtığı konusunda yukarıda sıraladığımız başlıklarda olduğu gibi ortak bir tecrübe veya bilinçten söz edemiyoruz. Solun toplumsal desteğinin en geniş olduğu dönemlerden bakiye kalan faşizme karşı mücadele geleneğini elbette yadsıyamayız. Ama özellikle Avrupa'daki faşizm algısıyla kıyaslandığında Türkiye'de meselenin bazen çocuk oyuncağı gibi ele alındığı iyice ortaya çıkıyor. Geçen hafta bozkurt işareti gündeminde, faşist olmayan pek çok ismin de faşizme alan açtığı, meşruiyet tanıdığı sayısız örnek işte böyle bir bilincin yokluğundan besleniyor. Bu bir akıl tutulması ve Türkiye'nin emperyal/yayılmacı politikaları bu akıl tutulmasına muazzam bir zemin hazırlıyor. Yani faşizmin alanını genişletme girişimlerinin zamanlaması da tesadüf değil…

Tamam, Avrupa’daki tecrübeden yoksunuz. Duymaktan usandığımız “aşırı sağın yükselişi” söz öbeğinin nasıl siyasetin merkezine yerleşebildiğine ya da halkın ne tür bir korku ve panikle siyasal tercihlerini belirlediğine yabancıyız. Bunun Avrupa’daki sömürücüler tarafından nasıl araçsallaştırıldığını, kullanışlı hale getirildiğini görüyor ve öfkeleniyoruz. Hatta faşizmi acı bir şekilde deneyimlemiş olsaydık bile meselenin ortadan kalkmayacağının en büyük kanıtı oluyor Avrupa. Ama nazizmi Almanya'da, faşizmi İtalya'da belli bir dönem iktidara gelmiş alelade hükümetler gibi değerlendirip, buradaki faşistlere de Alman ya da İtalyan olmadıkları için faşist gözüyle bakmazsanız hesabını veremeyeceğiniz bir hataya sürüklenmiş oluyorsunuz.

İster milliyetçi ister Osmanlıcı olsun irredantizm faşizme götürür.
Dışarıya yayılarak içerideki sömürünün üstünü örtme stratejisi faşizme götürür.
Kapitalistleri iyiler ve kötüler olarak tasnif edip, buna bağlı komplo teorileri ile asılsız sonuçsuz taraflaşmalar üretmek faşizmin karakteridir.
Sınıfı yok saymak, toplumu yekpare görmek, sömürge oluşturma ihtiyacını bir bütün olarak topluma mal etmek faşizmin karakteridir.

Köprünün altından çok sular akmış, öncelikler değiştirilmeye çalışılmış, bazı acılar unutturulmuş, hafıza silinmeye çalışılmış olabilir. Bizim görevimiz hatırlatmak, safları netleştirmek, buna göre mücadele etmektir. Herkes tavrının tarih karşısında iki yüzlü olup olmadığını gözden geçirmeli, çelişkili pozisyonlarla faşizme alan açmaktan kaçınmalıdır.

İkinci Dünya Savaşı felaketini yaşamamış olmak bu halkın şansıdır. Halkını tecrübe etmediği tehlikelere karşı uyarmak ve tarihin henüz vermediği derslere hazırlamak da aydın sorumluluğudur.