'Velhasıl altı yaşındaki bir çocuğun çalınan hayatı vesilesiyle AKP’nin ne olduğunu da AKP-sonrası Türkiye’de bizi bekleyen şeyin bir tür AKP’siz AKP rejimi olacağını da bir kez daha gördük.'

Failsizleştirmeye karşı meselenin adını koymak: Gericilik

Timur Soykan’ın İsmailağa cemaatinde 6 yaşında “evlendirilen” kız çocuğuyla ilgili haberi 3 Aralık günü BirGün gazetesinde manşetten verildi. Haber yayınlandığı andan itibaren sosyal medyada büyük bir öfke dalgası koptu ama birkaç milletvekilini saymazsak iktidarıyla muhalefetiyle siyasetçiler meseleyi görmezden gelmeyi tercih ettiler, sessizlikle geçiştirebileceklerini düşündüler.

Tam “konu kapandı, üzerine gidilmeyecek galiba” diye bir kanaat ortaya çıkmışken, Halk TV’deki 6 Aralık tarihli “Kayda Geçsin” programında bu “evliliği” kanıtlayan fotoğraflar yayınlandı ve haber çok daha geniş kitlelere yayıldı. O andan itibaren ise yavaş yavaş “Altılı Masa”nın milletvekillerinden, belediye başkanlarından ve parti genel başkanlarından olaya dair tepkiler gelmeye, yüksek perdeden açıklamalar yapılmaya başladı.

Ancak bunların çok büyük bir kısmı meseleyi çok bilinçli bir şekilde failsizleştiren açıklamalardı; yani ortada bir istismar vakası vardı ama bunu yapanlar kimlerdi, bu vaka nerede yaşanmıştı, üzeri kimler tarafından nasıl örtülmüştü, bunların hiçbirinden bahsedilmiyor, tarikatların, cemaatlerin, İsmailağa cemaatinin ve Hiranur Vakfı’nın adı anılmıyordu.

Bu ise elbette ki bilinçli bir tutumdu; çünkü Altılı Masa’yı oluşturan partilerin, CHP de dahil, laiklik diye, siyasal İslam diye, tarikat ve cemaatler diye bir gündemi yoktu. Bir kısmı gerici olduğu diğerleri de gericiliği bir sorun olarak görmedikleri için, bunlara karşı bir mücadele verilmesi gerektiğini düşünmedikleri gibi bu yapıların varlığından ve yaptıklarından da bir rahatsızlık duymuyorlardı. İşte bu yüzden istismarı failsizleştirmeye, failin doğrudan Türkiye gericiliği, tarikatlar ve cemaatler olduğu gerçeğinin üzerini örtmeye, kamuoyu tepkisini buradan uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Dahası, Altılı Masa’nın ortaklarından birinin, AKP’nin de içinden çıktığı Saadet Partisi’nin kanalı olan TV 5’e, önce 6 yaşında “evlendirilen” kadının ailesi, sonra da “kocasının” avukatı çıkarılacak ve bu korkunç olay aklanmaya çalışılacaktı. Arkasından partinin genel başkanı Temel Karamollaoğlu’nun konuya dair açıklaması geldi ve Halk TV’de katıldığı programda Karamollaoğlu, meselenin üzerine önyargıyla gidildiğini, konunun gündemde tutulmaması gerektiğini, ailenin bu durumdan rahatsız olduğunu söyledi. Bu olaydan yola çıkarak “tarikatlar, cemaatler kapatılsın” denilmesinin yanlış olduğunu da sözlerine ekledi.

Aynı günlerde Kılıçdaroğlu Davutoğlu’nun kanalı Karar TV’de Taha Akyol’un ve Elif Çakır’ın programına konuk oldu. Gayet bilinçli bir şekilde ve program öncesi yapılan anlaşma gereği olduğunu kolaylıkla tahmin edebileceğimiz bir şekilde ne bu iki isim Kılıçdaroğlu’na konuya dair bir soru sordular ne de Kılıçdaroğlu herhangi bir şey söyledi. Programda çıtı çıkmayan Kılıçdaroğlu bir iki gün içerisinde “çok öfkeliyim” minvalinde açıklamalar yapacaktı ama ne hikmetse programda hiç de öyle görünmüyordu.

Davutoğlu’nun yardımcısı ve Erdoğan’ın eski kalem müdürü Sema Ün ise meseleyi Gezi zamanında dolaşıma sokulan Kabataş yalanına bağlayacak ve sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla “Kadının beyanı esassa İsmailağa’da da esastır, Kabataş’ta da esastır” diyecek, böylece de kendince geçmişin intikamını almaya çalışacak, Gezi’ye yönelik öfkesinin, hıncının bitmediğini ortaya koyacaktı.

Altılı Masa tam da kendine yakışanı yaparken, iktidar meselenin üzerinin kapatılamayacak kadar dallanıp budaklandığını fark etti ve hemen Ensar’da kullanılan taktiğe başvuruldu: İstismar kabul edildi ama münferitleştirildi, ardı ardına kamuoyu vicdanını teskin edecek açıklamalar yapıldı ama burada da muhalefetinkine benzer bir şekilde failsizleştirme yöntemine başvuruldu. Erdoğan da yaptığı açıklama ile istismarı kabul etti ama faturanın bütün tarikat ve cemaatlere kesilemeyeceğini belirtti, bir kez daha onlara kol kanat gerdi.

Tüm bunlara rağmen, Türkiye toplumu meseleye dair son zamanlarda vermediği kadar büyük bir tepki ortaya koyunca, daha birkaç gün önce son haftalarda katıldığı tek televizyon programında konuya dair bir kelime dahi etmeyen Kılıçdaroğlu milletvekillerini toplayıp Adalet Bakanlığı’na yürümek zorunda kaldı. Burada yaptığı konuşmada da faillerden, tarikat ve cemaatlerden bilinçli bir şekilde bahsetmemesi ise esas derdinin CHP tabanının “gazını almak” olduğunu gösteriyordu. Hele bir de önümüzdeki günlerde masadaki ortaklarıyla birlikte AKP’nin başörtüsüne anayasal güvence teklifine evet deme ihtimalleri varken, böyle bir “gaz alma” eylemine girişmesi bir tür mecburiyetti.

***

Marx hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği bir sorunu koymayacağını söylemişti. Bugün Türkiye toplumu tarikat ve cemaatleri hem iktidara hem muhalefete rağmen bir sorun olarak önüne koymuş bulunuyor. Çözüm ise çok net bir şekilde bu yapılanmaların kapatılmalarından, dağıtılmalarından, kamusal, siyasal ve toplumsal yaşayışa etkilerinin sıfıra indirilmesinden geçiyor.

Bu noktada, Türkiye’deki liberal tarih yazımının da etkisiyle kimi kesimlerden Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu yapılara yönelik izlenen yasakçı ve baskıcı politikaların zamanla geri teptiği, yeraltına çekilen tarikat ve cemaatlerin daha da güçlenerek geri geldiği yönünde bir iddia dile getiriliyor ve kapatmanın bir işe yaramayacağı öne sürülüyor. Ya da “bunların kapısı mı var ki kapatacaksınız” şeklinde sorular soruluyor.

Birincisi, tarikat ve cemaatler Cumhuriyet’in ilk yıllarında baskı altına alındıkları için 40’ların ikinci yarısından itibaren daha güçlü bir şekilde geri dönmediler. Türkiye’de devlet ve sermaye, İkinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalizme yeniden entegrasyona karar verdiği için, Soğuk Savaş’a güçlü bir Amerikancılıkla dahil olmayı seçtiği için, siyasetin merkezine antikomünizm yerleştiği için bilinçli bir şekilde dinselleşmenin önünü açtı ve o açılan kapılardan da tarikat ve cemaatler girdi. Yani tarikat ve cemaatleri güçlendiren şey, bunların yasaklanması değil, devlet ve sermayenin kendilerini sola karşı bizzat sahneye davet etmesiydi.

Ve ikincisi, evet tarikatları ve cemaatlerin “kapı”sı var; kurdukları vakıflar, bağış toplama izinleri, belediye arazileri üzerine kurdukları kaçak yapılar, yasadışı eğitim kurumları, şirketlerinin faaliyetleri, devletle kurdukları ilişkiler… Eğer bunlara dokunursanız, bunların üzerine giderseniz, bunlara yönelik bir tasfiye operasyonuna girişirseniz o “kapıları” da kapatabilirsiniz.

***

Velhasıl, altı yaşındaki bir çocuğun çalınan hayatı vesilesiyle AKP’nin ne olduğunu da AKP-sonrası Türkiye’de bizi bekleyen şeyin bir tür AKP’siz AKP rejimi olacağını da bir kez daha gördük. Türkiye’de bugün gelinen noktada laiklik mücadelesinin sahipsiz olduğu, bu mücadeleyi de ancak sosyalistlerin verebileceği bir kez daha ortaya çıkmış durumda.

Emeğin sömürüsü ile din istismarı arasındaki bağlantının, yoksulluğun yönetimiyle cehaletin sürekliliği arasındaki bağlantının, dincilikle piyasacılık arasındaki bağlantının üzerine bugün ancak sol gidebilir, ancak sol bunu ifşa edebilir ve halka anlatabilir.

Bugün Türkiye’de grev yapma yasağıyla tarikatlar ve cemaatler birbirinden besleniyorsa ve yoksulluğun üzerine dinselleşmenin o koyu örtüsü örtülüyorsa, sömürü düzeniyle mücadeleden ayrı bir laiklik mücadelesinin de laiklik mücadelesinden ayrı eşitlikçi bir düzen mücadelesinin de mümkün olmadığının görülmesi gerekir. Bugün bu ikisinin mücadelesini birlikte ve hakkıyla verebilen bir sol, Türkiye’nin yakın geleceğinin en önemli siyasi aktörlerinden biri olma şansını da yakalayacaktır.