Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.

Eskiden 'strateji tartışması' diye bir şey vardı

Solda strateji tartışması deyince geçmişe gitmek zorunda kalıyoruz. Zira bugün üstü kapalılık solda geçer akçe.

Örtülülük veya Ezop dili, elbette siyasete içkindir. Örneğin liberallerin gerçek ve tutarlı düşüncelerini büsbütün dışa vurup “parası olmayan hastaneye, okula alınmasın” demelerine sık rastlayamayız. Liberaller uç ve açık örnek, ama farklı gerekçe ve dozlarda genel olarak böyledir...

Diyelim, düzen değişikliğini arayan solun da büsbütün açık konuşmamak için birtakım geçerli gerekçeleri olabilir… Yine de, sol, açıklıkta başı çekmelidir. 

Bugünse, solda CHP’ciliği bir strateji haline getirenlere sorsanız, CHP’yi düzen partisi ilan etmekle kalmayıp bu partinin Cumhuriyetin kurulmasına attığı imzayı bile tukaka ilan edebileceklerdir. Önceliği HDP’ye verenlerse emperyalizm ve dinci gericiliğe karşı durmayı ilke edindiklerini söyleyecek, aslolan diyeceklerdir, işçi sınıfının öncülüğünde…

Uzatmayayım, herkes ilkelerden söz edebilmekte, ama günün sonunda popülizmin kısa erimli faydacılığı davranışları belirlemektedir. Kendisini bu tür ayıplarını örtmek zorunda hisseden, açık tartışmaya girmek yerine, ikna etmek istediğinin kulağına eğilir: “Hocam, o iş bildiğin gibi değil, bunlar var ya…”

Bu durum ne solun kültüründe mazur görülebilir, ne de siyasete içkin olup solun da arınamayacağı “örtülü dil” bu olabilir…
Hal böyle olunca solda sağlıklı tartışmalar yürütmenin yapısal olarak güçleşmiş olduğunu söylemek durumundayız. Mecburen geçmişe göndermede bulunmaya ihtiyaç duyuyoruz.

Solun iki tane verimi yüksek stratejik tartışma dönemi var. Birincisi 1960’lara ikincisi 1980-90’lara tarihlenebilir. Bugün birinciden başlayacağım. Ama maksadım sol tarihten sayfalar çevirmek değil. Solda stratejinin ne olup ne olmadığına ilişkin kimi saptamalar yapmak, ilerletici bir tartışmanın niteliklerine biraz olsun ışık tutmak…

***

1960’ların öncesinde solda tek anlamlı özne TKP’ydi. Tartışma mutlaka yaşanmıştır, ama “mutfakta…” Siyasette strateji geliştirmek, entelektüel mesaiden fazlasına ihtiyaç duyar. Üretimi taşıyacak bir politik-örgütsel yapı gerekir. TKP 1950’lerde nefessiz kalmış veya nefesi, kesinlikle önemsiz olmayan radyo yayıncılığına yetmişti.

Bu kısıtlı dönemin ardından, solculuğun yardımına “kendiliğinden işçi hareketi” koştu. Mücadeleci sendikacılar bir baskı grubu olarak Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular. Bu öncü işçilerin çoğu, zamanla sosyalist, hatta kimileri komünist oldu. O sıra kendileri solcu muydu; orası belirsiz. Ama kurdukları sahne TKP’nin demokrasiyi genişletmeye ve emperyalizmi geriletmeye odaklanan eski stratejisi için gayet uygundu.

TKP’nin stratejisi 1930 ve 40’larda demokrasiyi ve yurtseverliği merkeze alıyordu. Birinci TİP’in yönetimine giderek eski TKP’lilerin ağırlık koyması rastlantı sayılmamalıdır. TİP işçi lobiciliğinden demokrasiyi genişletme / emperyalizmi geriletme problematiğine evrilmiştir.

Politik bir stratejinin doğruluk testi teorik ölçütlerden fazlasını gerektirir. Stratejinin toplumsal karşılığı olmalıdır. Birinci TİP söz konusu olduğunda, demokratikleşmenin bir anlamı kitlelerin siyasi mücadeleye akması ise, pozisyon doğrulandı, denebilir... Ama kısa sürdü. Çünkü politize olan kitleler, birkaç yıl içinde TİP’i çeşitli yönlere doğru aşacaklardı.

Düşünün, işçi hareketi tek konfederasyon olan Türk-İş merkezini bir kenara itmekte, fabrika işgal edebilmekte, karşıt güçlerle ölümüne göğüs göğüse gelmekte, kıyasıya sınıf kavgasına girmekteydi. TİP bu gözü pek hak mücadelesinin önderi olmaya kalkmıyor, platformu olmakla yetiniyordu. Partide aydınlar ve sendikacılar birbirlerinin işine karışmıyor, Partili işçi önderleri düpedüz “kendiliğinden bir işçi hareketi” olarak yaşamlarını sürdürüyorlardı!

Gençlik 27 Mayıs’ta da hareketliydi, ama iş değişiyordu. Üniversitelerin kapısı halk çocuklarına açılmıştı, dünyada esen rüzgârlar önce onları buluyordu. TİP’li gençlik sosyalizmi aramaktaydı. TİP ise benzersiz bir gelecek vaat eden gençlik eylemlerinin fazla radikal olması halinde Partinin legal statüsünün riske gireceğinden endişeliydi! Üniversiteyi işgal etmek… olacak şey değildi.

Türkiye aydınının tanımına neredeyse TİP’li olmak ekleniyordu. Kürt demokratları TİP’in açtığı siyaset sahnesinde yerlerini alıyorlardı. Alevi kitleleri yüzlerini TİP’e dönüyordu... Lakin TİP’in deneyimli Marksist kadroları, bu farklı dinamikleri uyumlu biçimde yan yana getirebilecek ve bir strateji doğrultusunda devrimci mücadeleye yönlendirecek enerjiye sahip görünmüyorlardı. Sonuçta toplumsal zihinde iz bırakacak olan “yaklaşan seçime hazırlanmak” idi. Türkiye’nin ilerici ve devrimci dinamikleri TİP’in ötesine taşıyordu. 1960’lar Türkiye’nin solculaşma yolu açısından altın yıllardır. Ama Birinci TİP’in “altın yılları” bunun içinde belki kabaca 1963-1967 arasıdır.

Bu tabloya bir strateji tartışmasının eşlik etmesi siyaset yasasıdır. Tartışmanın düğmesine basmak da Doğan Avcıoğlu’na düşmüştür. Avcıoğlu’nun Yön-Devrim hareketini Türkiye’nin has devrimci demokrasisi sayabiliriz. Bu akım da demokrasinin genişlemesini, emperyalizmin geriletilmesini esas alıyordu. Tam da bu çakışma nedeniyle, Doğan Bey en başından itibaren TİP’le strateji tartışmasına ve rekabete girdi.

Sanırsınız ki, sosyalist-komünist bir çizgi, ufku kapitalizmin ötesine geçmeyen devrimci demokratlara göre daha ileri hedeflere sahip olacak. Akla yatkın, ama öyle olmadı. Devrimci demokrasi, “sonraki seçime” değil, en acil ileri sıçrama olanaklarına çağrı yapıyordu. Emperyalizmi geriletip demokrasiyi genişletecek güç, ülkenin asker ve sivil aydın birikiminde vardı. 27 Mayıs tamamlanıp aşılabilirdi. Yeter ki, işçi sınıfı ve sosyalizm üstünden fanteziler kurmak yerine “gerçekçi” olunsun!

Ve mülk sahibi sınıfların ve kurulu düzenin kimi kesimleriyle ittifaklar kurulsun. “Milli Demokratik Devrim” (MDD) budur ve sonuç olarak “ilerici askeri darbeye” bağlanmaktadır. Bu Avcıoğlu’nun ihtilalciliğine halel getirmez. Ama solda sürecek bir tartışma için bu dışsal bir konumlanış olarak kalmaktadır. Strateji tartışmasının iyisi, Marksist kavram setiyle yapılır. İş TKP’den gelen Mihri Belli’ye düşmüştür.

Eğer taraflaşan tezler içerik açısından benzeşiyorlarsa, yapay çelişkilerin öne çıkması da kaçınılmaz olur. Herkes demokratikleşmecidir! Belli’nin tarih tezi yurtdışı TKP liderliğinin geçmişte poliste kötü sınav verenlerle ülkeyi unutmuş mültecilerden oluştuğu iddiasına yaslanacak ve içeriksizleşecekti. Sağlıklı bir tartışmayı öldürmenin en kolay yolu kişiselleştirmedir. TKP’nin o dönemki lideri Zeki Baştımar ile eski TKP’li Belli arasında bir kadro anlaşmazlığı olduğu kesindir. Ama bu, çıkmaz sokaktır.

Avcıoğlu’nun işçi sınıfının ve sosyalizmin önceliğine karşı açtığı cephede ise, darbeyi bir strateji olarak savunmakta da, suçlama konusu haline getirmekte de anlaşılır zorluklar vardı. İyi ki vardı! Belki de bu sayede tartışma teoride, ülke analizinde derinleşti, başkalaştı.

TİP’in akıp giden nehre seyirci kalması mümkün değildi. Eski TKP’li Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları seçim hazırlığına layık olmak için dümeni popülizme kıracak, seçmen yüzeyselliğine seslenmeyi seçeceklerdi. Aybarcılık ceberrut devlete karşı mazlumlara çağrıda bulunuyordu. Sınıflar mücadelesi silikleşmeye yüz tuttu. Artık eski TKP geleneğine, sadece legalite kaygılarıyla değil bu nedenle de mesafe konmalıydı. Sovyet çizgisinin üstüne “güler yüzlü sosyalizm” adına koca bir çizik atıldı. Henüz adı tam konmamıştı, ama liberal, sivil toplumcu bakış açısı bayrak açmaya başlamıştı.

Eski TKP’li Behice Boran ve arkadaşları ise milli burjuvaziyle ittifaka, askerden medet ummaya karşı işçi sınıfının iktidarı fethetmesi fikrine yüzlerini döndüler. Türkiye kapitalistleşmekteydi, işçi sınıfı toplumsal dönüşüme öncülük edebilirdi. Boran’ın liderliği devraldığı Birinci TİP, 12 Mart eşiğinde son dönemece sosyalist devrim teziyle girdi.

Strateji denen şeyde tutarlılık aranır. Madem işçi sınıfının sosyalist devriminden söz edilmektedir, bu sürece örgütlü bir özne gerekir. Aranan özne, gençliğin devrimci coşkusuna sahip çıkmayan, Kürt demokratlarını işçi sınıfı partisiyle bütünleştiremeyen, işçi önderlerinin ayrı bir sendika lobisi olarak var olmalarını hoş gören TİP olamazdı!

Strateji tartışması ve tutarlılık arayışı yolu açar. 1960’ların sonuna gelindiğinde Türkiye’de, sanırım üçüncü kez, devrimciler “Parti’yi aramaya” çıkmışlardı. Birincisi, Ekim Devriminin ve ulusal kurtuluş mücadelesinin ileri çektiği 1920’lerdeydi. 10 Eylül’de Bakü’de TKP’nin kurulmasından önce, arayıştan en az üç “parti” veya parti nüvesi çıktığını söyleyebiliriz. İstanbul’da, Ankara’da ve Bakü’de… İkinci olarak, 1940’larda aydınlar ve gençler gericiliğe, ırkçılığa, nazizme karşı biricik odak olduğunu hissettiren TKP’yi arıyorlardı. En iyi Vedat Türkali’nin Güven’de anlattığı gibi… 1960’ların sonunda benzer bir noktadaydık. 

Buradan en fazla TKP’nin 1973-74 Atılımı çıktı. Buradan Leninist partiye dönüşmeyi deneyen ikinci TİP çıktı. Ve başkaları… Üstü örtülmeyen, dar kanallarda boğdurulmayan strateji tartışmalarından çok şey çıkar. Toplumsal karşılığı olan polemik siyaseti ileri taşır.

Solda strateji tartışmaları teorik zeminde yürütülür, ama kararı sosyal pratik verir. TİP ilerici darbe diye bir şey olamayacağını, ne niyetle yapılırsa yapılsın darbeden faşizm çıkacağını savunmuştu. MDD ise 12 Mart faşist darbesiyle devrini doldurdu. 

***

Bugün solda neden böyle tartışmalar yok demeyeceğim. Olmaması bir olgudur. Türkiye solu uzun zamandır “aramayı” kesmiş, statükolara tutunmayı seçmiş durumda. TKP’nin bu açıdan da büyük ölçüde yalnızlaştığını söylemek durumundayım.

Ciddi bir kuraklıkla, çölleşmeyle karşı karşıyayız. İleriye gitmeye çalışanlar, devrimi arayanlar bunu kabul edemez. Madem öyle, mecburen geçmişi anmaya devam edeceğiz.