Geçmişte nelerin topluma yanlış yere tehlike olarak yansıtılıp, hangi gerçek tehlikelerin ise süslenip püslenerek bizlere satıldığının artık açık açık konuşulması gerekiyor.

Erdoğan bir hologram!

İşlevsel bir savunma mekanizması geliştirebilmek için öncelikli kural, saldırıların nereden gelebileceği üzerinde düşünüp dikkati bir noktaya odaklayabilmektir. Nereye dikkat edeceğinizi bilemezseniz aynı anda her yere bakmaya çalışarak çok şey kaçırabilirsiniz. Öte yandan tek bir noktaya fazla odaklanmak da o noktanın dışında olup bitenleri, gelebilecek alternatif saldırıları gözden kaçırmaya sebep olabilir. 

Bu yaklaşım, İngiliz Hükümeti tarafından siber tehditlere karşı koruma geliştirmesi amacıyla kurulan güvenlik kurumu GCHQ’nun eski çalışanlarından bir grup ile Cambridge Üniversitesi araştırmacılarının bazılarını bir araya getirip, siber saldırıların yapay zeka ile engellenmesini hedefleyen Darktrace adlı bir şirketin kurulmasına yol açmış.

Yapay zeka, kendisine nelerin tehlike olduğuna ilişkin örnek verilmediğinden, sınıflandırılmamış saldırıları gözetimsizce kendisi öğreniyor. Dolayısıyla saldırı olarak tanımlanarak kendisine verilen örneklerin benzerlerini aramak yerine, her türlü saldırıya karşı gözü açık kalıyor. Böylelikle öngörülemeyen saldırıları önleme kapasitesini geliştiriyor, sistemdeki sızıntıları tespit etme ve engellemede daha başarılı oluyor.

Bunun bizimle ne alakası var derseniz, kendi çevremizdeki tehlikelere karşı bu yaklaşımdan çıkarılacak dersler olduğu kesin. Çıkarmamız gereken ilk ders, çalınmış hafızamızı ve ayarlarıyla oynanmış risk/tehlike algımızı geri kazanmak. 

Bu yolla neleri yanlış bir şekilde tehlike olarak algılayıp gereksiz yere mesai harcadığımızın ya da tehlike olarak görmediğimiz hangi saldırılarla neleri kaybettiğimizin muhasebesini doğru bir şekilde tutabiliriz. 

KONDA'dan Bekir Ağırdır'ın açıkladığı, salgın hastalık karşısında insanların ne yapılması gerektiğini bildiklerini gösteren ölçüm sonuçları bunun bir örneği olarak gösterilebilir. Buna göre insanlar yüzleşme ihtimalleri olan tehlikeyi ve korunma yollarını biliyor. Ama bunun kendilerini etkileyebilecek kadar yakın bir tehlike olduğunu düşünmeyerek maske, mesafe, hijyen gibi kurallara uymuyorlar.

Görülüyor ki neyin tehlike olup olmadığına ilişkin farkındalığın oluşması ve toplumda yerleşip ortak refleks haline gelmesi yetmiyor. Bunun yanında tehlikeyi 'işaretleyerek' tanımlayan, tehlikenin büyüklüğünü ve yakınlığını gösteren ve ne kadar süreceğine ilişkin beyanı iradeye dönüştürüp harekete geçirecek bir güç uygulanması gerekiyor. 

Bir şeyin toplum nezdinde tehlike olarak işaretlenebilmesi ise ya egemen siyasi iradenin tercihlerine, ya da onunla çelişiyorsa, ne kadar karşı kuvvet üretilip uygulanabildiğine bağlı.

Toplum ya da devlet için aslında büyük tehdit oluşturan unsurlar, bazen hakim siyasi iradenin işine gelmediği için, bazen irade bu yönde yeteri kadar teşvik edilemediği için tehlike olarak 'işaretlenmiyor'. 

Tehlikeyi 'işaretleme' tercihi bahsini Ali Erbaş üzerinden örnekleyebiliriz. "Olmazsa olmazımız Kur'an ve sünnet çizgisine riayettir" diye konuşup iyiliği, güzelliği ve sevgiyi yol gösterici olarak anlatsa da yürüdüğü yol, savunduğu şeriat, kafa, burun, boğaz kesen Taliban ile aynı din ve mezhep paralelinde. Ancak egemen siyasi iradenin tercihi sonucu bu durum topluma bir tehlike olarak yansıtılmıyor. Öte yandan karşı taraftan iktidarı bu tehdit algısını değiştirmeye zorlayacak bir kuvvet de henüz uygulanamıyor. Mülteci meselesini de aynı şekilde okumak mümkün.

Nasıl ki bugünün egemen siyasi iradesi işine geleni topluma tehlike olarak tanıtıp işine gelmeyenleri tehlike olarak işaretlemiyor, bu da toplumun bir kesiminin tehdit algılarını ciddi manada etkiliyorsa; bu durumun geçmişteki egemen siyasi iradeler için de aynen geçerli olduğu sonucuna varmak çok zor değil.

İşte bugün ülkenin içinde bulunduğu sorunları ve sonuçları değerlendirirken, geçmişte nelerin topluma yanlış yere tehlike olarak yansıtılıp, hangi gerçek tehlikelerin ise süslenip püslenerek bizlere satıldığının artık açık açık konuşulması gerekiyor.

Meclis muhalefeti her fırsatta "açlık sınırında yaşayan vatandaşlarımızın sayısı 40 milyona yaklaştı, işsizliğin gerçek rakamları on milyonu aştı, işçi, memur, emekli aylığı ile geçinemiyor, tarım üretimi için girdi fiyatları arttı çiftçi üretemiyor, esnaf perişan" diye şikayet ediyor ve suçu Erdoğan'a atıyor. Oysa bu gerçeğin önemli bir bölümünü gizlemeye çalışmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Yoksulluk verileri üzerinden feveran eden muhalefet, bunun sorumlusu 'tehlike' olarak Erdoğan'ı işaretlese de bu yoksulluğun, kendilerinin de sadakatle bağlı olduğu, temeli Kemal Derviş ve ABD'li iki arkadaşı tarafından Türkiye'nin ekonomi politikasının değiştirilmesinin istendiği rapora dayanan, 24 Ocak kararlarıyla resmiyete dökülen sisteme dayandığını gözlerimizin önünden kaçırmak istiyor. 

Bu plana Devlet Planlama Teşkilatı'nın karşı çıkmasıyla reddeden Ecevit hükümetine karşı bugün demokrasi savunucusu kesilen TÜSİAD'ın gazete ilanlarıyla saldırıya geçtiği yılları hiç yaşanmamış mı sayacağız? O yıllarda ülkeye tehdit olarak pazarlanan şeyleri ve bunlara karşılık toplumdan saklanan gerçek tehditleri (TÜSİAD'ın ilan metni) açığa çıkartmadan bugünün yoksulluk verileriyle hesaplaşılamaz.  

IMF stand-by anlaşmaları, Dünya Bankası projeleri ve Türkiye'nin taraf olduğu tüm uluslararası anlaşmalar aynı planın parçacıkları;

1979'da 'Program Kredisi' adıyla başlayan ve 1980'de 'Yapısal Uyarlama Kredisi' adını alan, Türkiye'ye verilen seri krediler ve bunların karşılığında Dünya Bankası ile imzalanan tarım anlaşmaları bizlere hep hayat öpücüğü olarak pazarlandı. Oysa tohum ithalatının serbestleştirilip yabancılara tohum üretme yetkisi verilmesi ile damızlık hayvan üretimi serbestleştirilmeleri, yani bugün Türkiye'nin çöken tarım ve hayvancılık politikalarının başlangıcı bunlardı. 

Devamla, 1985'te Tarım Sektörü Yapısal Uyarlama Kredisi (Tarım SECAL) adı altında verilen 300 milyon dolarlık kredinin hedefi Ziraat Bankası'nın kredi sistemini 'piyasa standartlarına getirmek', tarımdaki sulama altyapı siteminin ve zirai donatım kurumunun tasfiye edilerek küresel pazarın önüne serilmesiydi.

Gübre tekelini elinde bulunduran ve görevi sübvansiyon sistemi düzenlemek olan TZDK'nın da bu planla tekel özelliği kaldırıldı. Bu planla tarım KİT'leri (TİGEM) eritildi. Devlet üretme çiftliklerinin özelleştirilmesi gündeme geldi.

Tarım SECAL ile özetle tarımsal KİT'lerin faaliyet alanları daraltıldı, tasfiyeye hazırlandı ve Tarım Bakanlığı'nın yapısı dönüşüme uğratıldı. Sonuçta, Ziraat Bankası ile birlikte tarım kredi kooperatifleri sistem dışına çıkarıldı. 

DSİ ve Köy Hizmetleri ile yönetilen su sistemi, maliyetinin altında su satamayacak şekilde ve üzerine kar koyması zorunlu hale getirilerek birliklere devredildi. 

Böylece tarımsal üretimin en önemli girdilerinden olan sulama, tohumculuk, krediler, gübrede özelleştirme politikalarına başlandı ve bitti. Bunlarla birlikte Türkiye'de tarım da bitti. 

Bugün önümüzde duran, ekmek için sürekli yüksek fiyatlardan tohum, gübre, mazot, su almak zorunda olan, bunları finanse edebilmek için sürekli borçlanan, sonuçta borç içinde faiz sarmalına gömülmüş halde icralık olan çiftçi portresi bu şekilde ortaya çıktı.

2000 yılında Türkiye'nin imzaladığı anlaşmalarla aldığı Ekonomik Reform Kredisi (ERK) ile telekomünikasyon sektörü, mali sektör ve tarım sektörü hedeflendi; sektördeki KİT'lerin özelleştirilmesi ve devletin bu alandan çekilmesi ile alanının piyasa mekanizmasına terk edilmesi önerildi ve gerçekleştirildi.

Sonuç olarak, Dünya Bankası'nca 1980'den bu yana açılan yapısal uyarlama kredileri, küreselleşme sürecinin ve kontrolsüz piyasa ekonomisinin uygulama araçları olarak iş gördü.

Yukarıdaki saldırılarla çökertilen plan ve uygulamaların altında Özal'lar, Demirel'ler, Çiller'ler, Yılmaz'lar, Karayalçın'lar Baykal'lar, Davutoğlu'lar, Babacan'lar, Akşener'lerin iktidar ve muhalefet olarak imza ve sorumluluğu var. 

Onlarla Erdoğan ve Bahçeli arasında bu bakımdan milim fark yok. Ecevit, CHP Genel Başkanı iken reddettiği planı DSP Genel Başkanı olarak kabul etti. Ecevit'in Genel Başkan olduğu dönemde planı reddeden CHP'yi şimdi neoliberal ekonomik modele göbekten bağlı yöneticileri ile sıraya dizenler; geçtiğimiz on yıllar boyunca bir yandan bize bu raporları, kredileri, programları birer nimetmiş gibi anlatırken bir yandan da etnik, dini, mezhepsel çatışmalar üreterek tehdit algımızı allak bullak etti.

Ordu, polis, karakol, bekçi, MİT, ÖSO, SADAT'ı ile silahlı güçleri; Sayıştay, Yargıtay, Danıştay'ı gibi güya mahkemeleri; Ali Erbaş'ı ve 7/24 ezan ve sela okuyan hoparlörleri, yani bir bütün olarak Erdoğan rejimi bugün tehlike işaretlense de aslen muhalefetin dövüp durduğu, halka da şikayet edip durduğu şey bir hologramdan fazlası değil. Erdoğan, sermayenin koşullardan kaynaklanan ihtiyacın yarattığı bir anomalidir. Geçicidir. 

Aslolan, sermayenin ve yerli işbirlikçilerinin her dönem kendi çıkarlarını ne pahasına olursa olsun geri kalan her şeyin önünde tutması, bu doğrultuda kıblesi yanlış tarafta olan iktidarları başımıza sarıp durması, siyasetin de her dönem buna çanak tutmasıdır. 

Dolayısıyla geçmişte Özal, Demirel, Çiller vb. suretlerde, bugün ise Erdoğan suretinde önünüzde duran ve ışıktan oluşan bir holograma ne kadar vurursanız vurun, o hologramı oluşturan ışık kaynağını ortadan kaldırmadığınız sürece çabalarımız beyhude kalmaya devam edecektir. 

Türkiye'nin bugünkü fotoğrafının ortaya çıkmasını sağlayan süreci, bunu nasıl başardıklarını, hangi yoldan ilerlediklerini ve nasıl sonuç aldıklarını unutmamamız, gerçek tehlikenin nerede yattığını hatırlamamız, çalınan hafızamızı yeniden kazanmamız ve bunları anlatmaya devam etmemiz gerekiyor. Başka yolu yok.