Enjoy ama bir haftada iki video silmek zorunda kalmak da var işte! Tılsımı kaçırdın mı bir kere ne takla arsan olmuyor! Nesnellik böyle bir şey…

Enjoy!

Yani “keyfini çıkarın”! Tadını çıkarın, tadına varın, eğlenin ve hatta zevkini çıkarın olarak da çevrilebilir.

Ne güzel! Ne muhteşem!

İşte bu büyük başarı, kapitalizme ait! Enjoy!

Köpeksiz ve değneksiz köy diyalektiğinin de ötesi bu! İblis bile hayranlıkla izliyordur sermaye sınıfını, bizim güzide sermaye sınıfımızı! “Allam!!! Bu, benim bile aklıma gelmedi!” diyerek.

Müthiş!

Müthiş ama bir haftada iki video silmek zorunda kalmak da var işte! Tılsımı kaçırdın mı bir kere ne takla arsan olmuyor! Nesnellik böyle bir şey… Öbür türlü, yani nesnellik ve tılsım yerinde olsaydı silinir miydi videolar falan…

Ya da videolarla sarsılır mıydı iktidar?

21. yüzyılda yaşamasak tam efsaneler, mucizeler uydurulacak dönemdeyiz derdim. Nur yüzlü bir dede çıkıp gelmiş ve Türk’e düşman tüm videoları dağıtmış falan gibi… Ama değiliz. 21. yüzyılda, gittikçe kızışan sınıf mücadelelerinin tam ortasındayız. Tam…

Örgütlü ve örgütsüz olarak. Karmaşık ve sade olarak. Çok renkli ve tek renkli olarak. 

Neyse…

Örgütlü ve örgütsüz olarak, dedim. Burası önemli. Örgütlü olan sermaye. Örgütlülük de öyle böyle değil. O, onun karısı, öbürünün bacanağı, diğerinin nikah şahidi, ötekinin kankası, berikinin lise arkadaşı, şurdakinin kulüpten rakıdaşı ordakinin camiden zikirdaşı. Öyle bir saadet zinciri var! 

İki kardeş düşünün ki biri, düzeni düzen yapan tüm mainstream reklamların başında. Düzen yıkılsa adamın yeri sarsılmıyor, sarsılmamış! KolaTurka’dan bu yana her dönemeçte karşımıza o çıkmış. Diğeri ise bestelediği şarkılarla hep tepelerde, hep saraylarda. Hiç inmiyor, çıkmıyor!

Vay arkadaş!

Sonra da… 

Antisosyal bir arkadaşımız çıkar ve… 

Öter ya da “öterim bak ha!” der. [Burası önemli; anti-sosyaller otorite ile çok kolay arkadaş olurlar ve otorite dediğimiz de duruma göre sürekli değişir. Amsa en sona vardığımızda ise antisosyal karşısında kendini otorite sanan kişinin, kurumun manipüle edilen basit bir nesne olduğu ortaya çıkıverir… Bir anda!]

Ve bu ötüş çok heyecan uyandırır. Ufukta bir umut belirir. Bir düş, bir fantezi…

Nedir bu fantezi? “Birileri bizi kurtarsın da kim kurtarırsa kurtarsın” mı? 

Eh, evet! Sanki…

Yalan mı? Böyle bir istek var mı? 

Böyle bir arayış var, böyle bir düş, böyle bir fantezi var.

Bizi Putin kurtarsın, bizi Obama kurtarsın, bizi Trump kurtarsın, bizi Avrupa Birliği kurtarsın, bizi Çin kurtarsın, bizi Cemaat kurtarsın, bizi Sedat Peker kurtarsın diye gider liste… Ara ara gitti de!

Gitti ama…

Aması şu: Ne demişti Marx? Bir dönemin egemen düşüncesi o dönemin egemen sınıfının düşüncesidir.

Çok doğru.

O zaman…

Bir dönemin egemen fantezisi o dönemin egemen sınıfının fantezisidir! 

Emekçi sınıfların değil!

Bu durumda, derim ki bugün ülke emekçilerinin psikolojik genetiğine kazınan “bu kokmuş karanlıktan bizi, bizim mücadelemiz değil de bir başkası kurtarsın” düşü, hayali, fantezisi emekçilerin değil de egemen sınıfın fantezisidir!

Düzenin sürüp gitmesi için…

***

Peki, fantezi egemen sınıfın fantezisi de emekçilerde neden bu kadar karşılık buluyor?

Türkiye’nin son otuz yılına bakarsak özellikle emekçi sınıfların sürekli olarak gürültüsüz ve patırtısız bir düze çıkma halini aradığını, bunun ardında durduğunu görebiliriz. 

Türkiye’nin aldığı onca virajda emekçiler düzeni sarsacak, en azından sıkıştıracak derecede bir ölçüsüzlük göstermedi (yakın zamanda Tekel ve Gezi hariç). Hep örtülü ya da açıktan kurtarıcılar beklediler.

Ama beklenti değişmedi: Her ne değişecekse bize bir şey olmadan değişsin. Biz zarar görmeyelim! 

Fantezi bu: Zarar görmemek, hırpalanmamak, daha fazla acı çekmemek ama… Ama bir biçimde kurtulmak.

Tabii ki kökleri 12 Eylül’de bulunabilir bu fantezinin. Hatta 12 Mart ile de birleştirilerek tek bir ortak dönemin sonucu, mirası, ağırlığı, yükü olarak da görülebilir. İdamlar, sürgünler, kulaktan kulağa kuşaktan kuşağa yayılan tembihler, “aman çocuğum”lar, memur olamazsınlar vs. vs. 

Türkiye’de egemen sınıfların emekçi sınıflara saldırısı açık şiddet kadar örtülü, dile pek gelmeyen şiddetle de doludur. Hatta diyebiliriz ki esas yenilgi bu dilsiz şiddet ile ortaya çıkmıştır.

Ama yine de bir boşluk var: işçi sınıfı mücadelesi dışında, hatta bunun karşısında olup çeşitli acılar, sürgünler, tehditler, cezalar alan çeken kesimler de var bu ülkede ve dönüp baktığımızda en azından söylem ve fantezi düzeyinde kulaktan kulağa kuşaktan kuşağa aktarılan bu tür bir korkuyu pek yaşamadıklarını, taşımadıklarını görüyoruz. 

Emekçi sınıfların, solun zihin dünyası ise türlü tekinsizliklerle dolu.

Neden olarak 12 Eylül’de direnmemiş olmayı, direnememeyi söyledik. Kürt hareketinin onca emeğe ve mücadeleye rağmen direnmeyi politize değil de kriminalize eden yanını da ekleyelim. Ama…

Ama başka coğrafyalarda onca acıyı göze alan başka toplumlar (güncel örnekler olarak bknz. Myanmar, Kolombiya) varken Türkiye’de emekçi sınıflar “acı çekmekten” neden bu kadar korkuyor?

Mutlaka acı çekilsin demiyorum ama bir mafya lideri bile neden bu kadar heyecan uyandırabiliyor?

***

Türkiye’de emekçi sınıfların psikolojik genetiğine kazınan fantezinin dört nedeni var:

Birincisi somut acılar: Evet, 12 Eylül, 12 Mart ama… Aynı zamanda Kurtuluş Savaşı, Balkan harbi, milyonlarca nüfusun yer değiştirmesi, Ermenilerin başına gelenler, Mustafa Suphiler, Kürtlerin yaşadıkları, sendikalı olmanın getirdiği dertler, komünistlik, devrimcilik vs. vs. 

İkincisi, örgütsüzlük. Bu topraklar örgütlülük gördü ama örgütlü aklın kendini, üyelerini, insanını koruyabildiğini ne yazık ki göremedi. 12 Eylül bu anlamda önlem alma, direnme, onuruyla ayakta kalma pratiğinin gerçekleştirilememesinin zirvesi olmuş. Onca acıya rağmen! Ne yazık ki!

Üçüncüsü, bilinçdışı sezgi. Bugün Türkiye’de aklı başında herkes, bu işin az ya da çok köklü bir çözüm gerektirdiğini ve bu köklü çözümün de belki de yüzyılları kapsayan kapsamlı bir hesaplaşma olmaksızın gelmeyeceğini biliyor. Bilmiyorsa bile seziyor. Türkiye emekçi sınıfı gücünün farkında değil, egemenlerin kadrinden korkuyor!

Dördüncüsü, bu köklü hesaplaşma sonunda varılacak yer belirsiz. Esas olarak kimse bu topraklarda köklü bir değişimin olabileceğine, olması gerektiğine; aracısız, basamaksız bir değişimin, sıçramanın olabileceğine inanmıyor. Şöyle diyorlar: “Sosyalizm mi? Bin yıl sonra, belki! Herkes geçtikten sonra belki!”

Mesele burada! Sedat Peker’i umut yapan, maskeye enjoy yazma rahatlığı veren mesele de burada!

Ve…

İktidar bloğu, bilerek ya da bilmeyerek attığı adımlarla bir tek kendi tabanını konsolide etmiyor. Aynı zamanda muhalefeti de konsolide ediyor, sınırları gittikçe belirginleşen bir “biz” haline getiriyor. 

“Onlar” ve “bizler” şeklinde mesele topaklaşıyor…

Öbür tarafı bilmem ama bu tarafta işler yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım genetik ile malul! Değişmez değil… Değişir. Ama…

Ama bu gerilim hattı vukuatsız boşalır mı? Yani Türkiye’deki muhalif, bıkkın, yenik emekçi halkın fantezisi gerçek olur mu?

Para olursa, bulunursa olur. Ama görünen o ki para da yok! Olmayacak da! Bu durumda gürültüsüz bir çözüm/geçiş açıkçası pek mümkün değil. Türkiye muhtemelen darbe, salgın ya da bir doğal afet ile ölçülemeyecek büyüklükte olaylar yaşayacak. Ve bunu sermaye sınıfına borçlu olacak.

İşte enjoy oradan geliyor!

Keyfini çıkarın diyor egemenler… 

Peki…

Keyfini çıkaralım bakalım…