Emekçi sınıflar şimdi kendi adlarına bir başarı hikayesi yazmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelmiş durumdadırlar.

Enflasyon yeniden

Görsel medya aylık ekonomik göstergeler üzerine iktisatçılardan değerlendirmeler talep ediyor ve bana da teklif geldiğinde bunu bir kamu görevi olarak kabul edip reddetmiyorum. Ama bu konularda yazı yazma eğilim pek olmadı; buna rağmen bu yıl enflasyon konulu ikinci (ilki 4 Ocak tarihli Sol Gazete’de) yazımı yazıyorum. Nedeni açık olmalı: Halkın birinci gündemini artık fiyat şokları, büyüyen geçim sorunları ve bunlara tepkiler oluşturuyor.

Bu yılın ilk yazısını yazdığımda Aralık ayı verileri açıklanmıştı ve yıllık TÜFE 2021 yılında %36’yı aşmış, yıllık ÜFE de %80’i bulmuştu. Daha o zaman dahi AKP döneminin en yüksek enflasyon verileriydi bunlar; o kadar ki, AKP’nin “biz ne kötü bir tablo devraldık” söylemine malzeme yaptığı 2002 yılının yıllık TÜFE’si %29,7 ve ÜFE’si %30,8’den ibaretti ve eğilim azalış yönündeydi. 

Son üç ayda ise Aralık verilerine rahmet okutacak bir enflasyon patlaması yaşanıyor. Yıllık olarak Ocak’ta %48,69’u, Şubat’ta %54,44’ü, dün açıklanan Mart verilerinde de %61,14’ü gördük ve eğilim artış yönünde.

Bu verilerin halkın gerçek enflasyonunun ne kadar yansıttığı ise ayrı bir konu. Burada TÜİK’in daha gerçekçi veri seti olan ÜFE endeksine başvurulabilir. (Bu konuda gene 4 Ocak tarihli yazıma gönderiyorum). Üretici fiyatları Mart 2022 itibariyle yıllık yüzde 115’lik bir artış göstermektedir. Bu düzey, Enflasyon Araştırma Grubu-ENAG’ın Ocak 2022 verisini de içeren yıllık TÜFE oranına eşittir. Ancak son aylarda ENAG’ın ÜFE’si ile TÜİK’in ÜFE’si arasındaki yakınlık, Mart ayı verisiyle kopmuş görünmektedir. ENAG, Mart 2022 için aylık %11,93 ve yıllık %142,63’lük artış oranlarını açıklayarak arayı yukarı doğru açmıştır. 

Bu arada, ne kadar baskılansa da, TÜİK’in TÜFE’sinde gıda ve alkolsüz içkiler grubundaki yıllık fiyat artışının %70,33 olduğu görülmektedir. TÜRK-İŞ’in açıkladığı Mart ayı gıda harcamaları artışı da %76 olup bununla uyumludur. Ulaştırmada yıllık TÜFE’nin yüzde 99,12’ye yükseldiği, gıda ve ulaştırma harcamalarının dar gelirlilerin tüketim sepeti içinde önemli yer tuttuğu dikkate alınırsa halkın yaşadığı enflasyonun ortalamanın çok üzerinde olduğu anlaşılır. Halkın hissettiği enflasyonun da, son günlerin ana eğilimi olan sokak mülâkatlarına bakılırsa, zaten TÜİK’in ÜFE’si ile ENAG’ın TÜFE’si civarlarında olduğu anlaşılmaktadır. Zaten TÜİK bile düşük gelirlilerin harcama kalıbına göre bir sepet ve ağırlıklar oluştursaydı, bunun açıklanan TÜFE endeksinin üzerinde yer alacağı açıktı. 

Çekirdek enflasyon ve dışa bağımlılık

TÜİK emekçiler için ayrı bir TÜFE endeksi hesaplamıyor olsa da, sermaye kesimlerinin yararlanması için çeşitli daraltılmış enflasyon tanımları yapmakta ve yayınlamaktadır. Çekirdek enflasyon türlerinden C kategorisi esas alınırsa, enerji, gıda, alkolsüz ve alkollü içecekler ve altın fiyatları hariç olmak üzere hesaplanan bu TÜFE endeksi, Mart 2022 için yıllık yüzde 48,39’dur. 

Bundan şu sonuçları da çıkarabiliriz: (i) En yüksek fiyat artışlarının görüldüğü enerji ve gıda hariç tutulduğunda bile çekirdek enflasyon yüksek düzeylerde kalmaktadır. (ii) İktidarın, enflasyonun dünyadaki enerji ve gıda başta olmak üzere emtia fiyat artışlarından kaynaklandığı ve ithal edildiğine dair son zamanlardaki iddialarını çürütmektedir. Kaldı ki, enflasyonun Ukrayna savaşının etkilerinden kaynaklandığı iddiası da gerçeği tam yansıtmaz; çünkü bu savaşın etkilerinin henüz görülmediği Şubat ayı enflasyonu dahi %54,44 idi.

Peki gerçek nedenler nerededir? Bir kere 20 yıldır iktidar olup da Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığına hiç çözüm üretmeyen; gıdada ise, girdiler dışında mevcut olmayan bir ithalat bağımlılığına (kılavuzu IMF/DB’nın katkılarıyla) yol açan bir iktidarın, bugün dünya emtia fiyatlarının yükselmesinden dolayı sızlanmaya hakkı yoktur. İkincisi, fiyat istikrarını ve milli parayı korumak için elindeki iktisat politikası araçlarını kullanmayı reddeden hatta (faizleri) ters yönde hareket ettiren bir iktidar hem milli parayı değersizleştirmiş hem de buna bağlı olarak enflasyonu köpürtmüştür. Eğer bu yanlış yola sapmamış olsaydı, bugün yüzde 30’larda bir enflasyondan ve 13 TL’nin altında bir dolar kurundan konuşuyor olurduk. 

İktidarın ekonomiye ve halkın satın alma gücüne yüklediği bu inanılmaz boyutlardaki yüklere son olarak Kur Korumalı Mevduat (KKM) üzerinden yeni maliyetler eklenmiştir. KKM’ın yükü, TCMB ve Hazine üzerinden tamamen vergi yükümlülerine aktarılacaktır; böylece halktan alıp tasarruf sahibi zengine vererek TL’nin değer kaybı kısmen frenlenebilmiştir. Bakan Nebati’nin “Faiz arttırmadan olmaz diyorlardı, elhamdülillah o da tamam” şeklindeki boş sözlerinin arkasındaki icraat, kamu maliyesine ve halka yeni bedeller yüklemenin bir diğer adıdır.

Enflasyon tahminleri ve sendikal/siyasal sorumluluklar

2022 sonuna ilişkin TCMB’nin TÜFE oranı tahmini %23,2, Hazine ve Maliye Bakanlığı’nın ise %24’tür. Bunlar ilan edildikleri tarihten itibaren geçersiz tahminlerdi ama şimdiki durumda artık sözü bile edilemez. Zaten bu kurumlar yakında tahminlerinde yeni revizyonlara mecbur kalacaklardır. Nitekim yabancı kurumların tahminleri bizim resmi kurumların gerçek dışı tahminlerinin çok üzerinde kalmaktadır. Reuters yıl sonu enflasyon tahminini %38’den %54’e yükseltmiştir; diğer yabancı mali kurumların tahminleri de %48’in altında değildir.

Bize göre de yılsonu enflasyon tahmininin %55-65 bandından daha düşük bir yerde oluşması olasılığı artık kalmamış gibidir. Bir kere şunu dikkate alalım: 2021 yılında TÜFE Mart ile Kasım ayları arasında %16’den %21’e çıkmış yani yalnızca 5 puan artmıştı. Dolayısıyla önümüzdeki aylarda görülecek baz etkisi, enflasyonu yukarı itecek türdendir. Zira ÜFE-TÜFE makasının iyice açılması, ÜFE’den TÜFE’ye yansımaların güçlü olacağı öngörüsü, dünya emtia fiyatlarının yüksek seyredeceği ve TL’nin zayıf kalacağı beklentisi içerdeki enflasyonu geçen yılın değerlerinin üzerinde tutacaktır. Eğer Nisan-Mayıs aylarında TÜİK’in TÜFE’sinin %70’lere oturması gerçekleşirse, yaz boyunca eğer yukarı doğru gitmezse, en iyi olasılıkla bu seviyenin korunması beklenebilir. Bu durumda sadece Aralık 2022’de baz etkisiyle (2021 Aralık’ta TÜFE %13,58 olmuştu) bir aşağıya gidiş görülebilecek ve yıllık enflasyon %60’ın üzerinde kalacaktır. (12 Aylık ortalamalar bakımından da yüksek düzeyde bir enflasyon öngörülmelidir).

Şimdi böyle bir ortamda asgari ücret başta olmak üzere ücretlerin, emekli aylıklarının yılsonu beklenmeden (hatta üç ayda bir) arttırılması talebinin güçlü bir sendikal/siyasal talebe dönüştürülmemesi önemli bir eksiklik olacak, emeğin mücadele ekseninde büyük bir boşluk yaratacaktır. Bu nedenle TÜRK-İŞ yönetiminin sorumluluklarından kaçışına izin verilmemesi, sendikal tabanın sesini yükseltmesi, siyasi muhalefetin meydan mitingleriyle halkın/emeğin taleplerine tercüman olması önemli mücadele başlıkları olarak durmaktadır. Burada sol siyasetlere de önemli bir eylem alanı açılmaktadır.

Enflasyon, bölüşüm ilişkilerinin hırsızıdır

TÜFE, bölüşüm ilişkilerinin merkezinde yer almaktadır. Ücretin asgarisi, ortalaması, emeklisi ve diğerleri için TÜFE referans endeks konumundadır. Dolayısıyla TÜİK’in TÜFE’yi bunca baskılaması nedensiz değildir. Sermayenin iktidarı ücretleri sermaye lehine baskılamış olurken aynı zamanda aktif kamu çalışanları ve SGK’dan emekli aylığı alanları da baskı altında tutmakta, bölüşüm ilişkilerinin sürekli olarak bu kesimler aleyhine bozulmasına neden olmaktadır. 

Ama devlet tarafından en adaletsiz dolaylı vergi biçiminde kullanılmasını dışında da enflasyon bölüşüm ilişkilerini bozmaktadır. Yüksek enflasyonda bunun nasıl çalıştığını biliyoruz ve yaşıyoruz. Peki ya düşük enflasyon hallerinde? Örneğin tek haneli, hatta %5’in altında bir enflasyonun görüldüğü ülkelerde? Maastricht ölçütlerine göre AB ülkelerine %3’ün altında tutulması önerilen enflasyon oranlarında?

Enflasyon, kontrol altında tutulabildiği sürece, kapitalist sistemin bölüşüm kategorilerinden biridir ve o nedenle de arzu edilen bir “kötülüktür”. Aksi durumlar, yani sıfır enflasyon durumu veya Japonya örneğinde görüldüğü gibi süreğen deflasyonist ortamlar, kapitalist büyümenin durgunluğa girmesi ve kâr realizasyonlarının zorlaşması anlamındadır ve tercih edilmez. 

Düşük enflasyon oranları, birincil bölüşüm ilişkilerini sermaye lehine döndürmenin de bir aracıdır çünkü örneğin yüzde 2-3 oranlarındaki “zayıf” enflasyon hadleri çoğunlukla görünmez kılınabilir ve enflasyona göre ücret düzeltme talepleri baskılanabilir. Ama dikkat, bu düzeylerdeki bir enflasyonist eğilim bile 30 yılda fiyatların ikiye katlanması anlamındadır ve eğer ücretler bunu takip edememişse reel ücretlerin aşınması kaçınılmazdır. Birçok AB ülkesi ve ABD’de uzun yıllar boyunca görülen süreç budur. Aynı süreç menkul kıymetler borsaları için de çalışır ve borsaya yatırım yapan küçük tasarruf sahipleri fark etmeden bu sömürüden paylarını alırlar.

Türkiye’de ise her şeyin kolayca farkedileceği kadar yüksek bir enflasyon yaşanmaktadır ama sistem yanlısı sendikal ve siyasal hareketler bunu sistemin yetersiz telafi düzenekleriyle görünmez kılma misyonunu “başarıyla” yerine getirmektedirler. Emekçi sınıflar şimdi kendi adlarına bir başarı hikayesi yazmak zorunluluğuyla karşı karşıya gelmiş durumdadırlar.