I. Dünya Savaşı tam anlamıyla insan bedenlerinin öğütüldüğü bir cephe savaşları silsilesiydi. Verdün, Marne, Somme bıktırıcı, bitirici ve uzun süreli cephe ve siper savaşlarıydılar.

Emperyalistlerin siper savaşı: Ukrayna

I. Dünya Savaşı ile II. Dünya Savaşı arasında askeri teknikler açısından çok ciddi farklar vardır. İki savaş arasında insan öldürme teknolojisindeki gelişmeler bu farkların sadece bir bölümünü açıklar. Askeri stratejinin geçmişte yaşanan sorunlardan çıkardığı dersler de en az insan telef etme teknolojisindeki gelişim kadar etkilidir. Ancak bu gelişim ve dönüşüm çok çabuk kavranamamıştır. Hatta II. Dünya Savaşı’nda savaşın hızla yayıldığı ilk evrelerde bu dönüşümü anlayanlar anlamayanları dize getirmiştir denilebilir.

Maginot Hattı anlamak ile anlamamak arasındaki sınırdı galiba. Fransa’da 1929 ile 1932 arasında çeşitli kabinelerde savaş bakanı olarak bulunan Andre Maginot’nun önerisiydi. İsviçre sınırının bitiği yerden başlayan ve Almanya, Lüksemburg ve Belçika sınırının bir bölümünü de kapsayan betonarme bir tahkimat idi. Top ve makineli tüfek yuvalarının bulunduğu bu beton hattın temel amacı saldırganlığı giderek yükselen Almanya’yı caydırmak idi. Bazı temel varsayımları vardı; öncelikle gelmekte olan savaşın I. Dünya Savaşı gibi bir mevzi ve istikrarlı cephe savaşı olacağı varsayılmıştı (ama olmadı). Ayrıca Almanya’nın savaş taktiğinin birinci savaştakiyle aynı olacağı öngörülmüştü (ama öngörü tutmadı). Dahası Alman saldırısının Maginot Hattı’nın güçlü ve derin olduğu yerden geleceği düşünülmüştü (ancak çalıştıkları yerden gelmedi).  Bütün bunlara ek olarak Almanya’nın Belçika, Lüksemburg ve Hollanda’nın tarafsızlığına da saygı göstereceği umulmuştu (hay bin kunduz, göstermedi tabii ki). Kısacası tüm bu arkaik ve ferasetsiz beklentiler Fransa’yı yaklaşık on yıl boyunca aslında hiçbir işe yaramayacak bir beton hilkat garibesine insan, kaynak ve zaman harcamaya itti. Bugün galiba müzedir, gezilebiliyor. Gezenler ne düşünüyorlar acaba?

I. Dünya Savaşı tam anlamıyla insan bedenlerinin öğütüldüğü bir cephe savaşları silsilesiydi. Verdün, Marne, Somme bıktırıcı, bitirici ve uzun süreli cephe ve siper savaşlarıydılar. Buradaki insani dram Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanında insanı titretecek kadar çarpıcı bir şekilde anlatılmıştır. Remarque’ın romanının İngilizce adı “ All Quiet on the Western Front” dur; “Yeni bir Şey Yok” ; “her şey bildiğiniz gibi; her gün binlercesi ölüyor” manasındadır. Remarque da Alman Ordusunda askerdi, Batı Cephesi’nde savaştı, yaralandı, hem de ağır bir şekilde; sağ kalan şanslılardandı.

Tüketici ve insanın dayanma sınırlarını zorlayan bir savaş türü olduğu açıktır; Remarque estetik bir şekilde anlatır. Birbirinden büyük bir boşa alanla ayrılan iki siper hattında yuvalanmış binlerce insan günler, haftalar ve aylar boyunca daracık bir siperde yaşadılar. Yağmur ve kar altında su ile dolan siperlerde uyudular, yediler ve öldüler. Arada karşılıklı ateş ettiler ancak öldürücü olan bu değildi. Öldürücü olan topyekün hücumdu; hücum borusu çaldığında bir tarafın askerleri siperlerden çıkar ve sıralar halinde karşı tarafın siperlerine hücum ederlerdi. Karşı tarafın askerleri ve makineli tüfekleri ise dizi halinde gelen insan kitlesini büyük bir hunharlıkla biçerdi. Çoğu aradaki büyük alanda can verdi. Sonra aynı hücumu bu defa karşı taraf tekrarlardı; bu defa da onlar biçilirlerdi. Böylece aradaki boş alan akşama kadar cesetle dolup taşardı. Bu alana “no man’s land” denirdi; “insansız alan”. Orada pek çok ceset olurdu; insan olmazdı. Ceset var ise insan yoktu. Akşam olduğunda ateşkes olurdu, her ki taraftan askerler insansız alana girerek kendi ölülerini toplarlardı. İnsansız alan cesetlerden de temizlenirdi. Bu temizleme sürecinde tahminen birbirleriyle konuşurlardı, arkadaşlık ederlerdi. Hatta özel günlerde, örneğin Noel’de birlikte şarkı söylerlerdi. Akşam birlikte şarkı söyler, gündüz ise birbirlerini öldürürlerdi. Test edilen insanlıktı.

Üstelik sonuçsuzdu; bir gün bir taraf biraz ilerlese, sonraki gün diğeri biraz ilerlerdi. Böylece hep aynı siper hattında kalırlardı. Ölümle süslenen, ölümle kutsanan bir pata pat durumuydu açıkçası. Direnç ölümü, ölüm ise direnci yaratıyordu. Emperyalist bir paylaşım savaşıydı; karşılıklı ölenler ise ağırlıklı olarak işçi sınıfının çocuklarıydı. Sonuçta her iki tarafın askeri yönetimi de bu eşitlik durumunu bozmak için aynı çözümü buldular; zehirli gaz. Her iki taraf da karşı siperleri yoğun bir şekilde gazladı. Önce en azından elde tüfek hücuma kalkmışken ölüyorlardı, sonra daha siperden çıkamadan, bilemeden, göremeden ölmeye başladılar. Binlercesi, yüz binlercesi öldü.

II. Dünya Savaşı’nın açılış perdesinde İngiliz /Fransız genelkurmaylarının beklentisi Alman saldırısının bir tür siper ve cephe savaşına dönüşmesiydi. Olmadı. Almanlar Maginot Hattı’nın en güçlü olduğu bölümüne gerçekten saldırmadılar bile. Zayıf olduğu Belçika- Fransa sınırından yüklendiler. Maignot Hattı’nı muhatap almadılar, onu boşa düşürdüler. Fransız ve İngilizlerin en beklemedikleri yerden vurdular. Ardenler ormanlarından ve Meuse Irmağı üzerinde geldiler; geldikleri yerde savunma yok denecek düzeydeydi. Fransız ve İngilizler Almanların geniş bir cepheden saldırıya geleneksel yolları kullanarak geçeceğini sandılar; sipere yattılar. Almanlar sipere yatmadı, Fransız/İngiliz savunma hattının en ince olduğu yerden zırhlılarla vurup savunma hattını yardılar. Ardenler ormanların geçit vermediği bir bölgeydi, dahası Ardenler’in ortasından akan Meuse ırmağı, en azından I. Dünya Savaşı’nda kullanılan teknolojiye göre, geçilemeyecek kadar genişti. Nitekim Fransız/ İngiliz savunma hattı ve siperleri Ardenler’in güneyi ve kuzeyinde yoğunlaşıyordu ancak Ardenler hizasında çok zayıftı, yok hükmündeydi. Almanlar Hollanda ve Belçika’nın tarafsızlık ilanlarını yok saydılar; her iki ülke de kısa sürede teslim oldular. Derken 1940 Mayıs’ının ortalarında bir gece ansızın Meuse Nehri’ni Dinant kenti yakınlarında geçtiler (üstelik köprü havaya uçurulmuşken). Ardenler ormanlarına daldılar, panzerler ve tanklarla zor olmadı. Ardenler bölgesi bir günde düştü, Alman zırhlı birlikleri hızla Fransız/İngiliz savunma hatlarının gerisine doğru aktılar, sel gibi. Üstelik tüm savunma hattını bir ekmeği böler gibi ikiye böldüler. Paris’e sadece 300 Km vardı artık. 16 Mayıs’da Fransız General Maurice Gamelin Ardenler düştüğü için Paris’in de artık savunmasız olduğunu ilan etti. Paris ve Fransa Haziran içinde düştü.

Almanlar I. Dünya Savaşı’ndaki hataya düşmediler. Onların icadı düşmanı felç eden Blitzkrieg idi, yani yıldırım savaşı. Gelişen savaş teknolojisinin yardımıyla (panzerler, zırhlı taşıma araçları, avcı ev bombardıman uçakları, hava indirme birlikleri) I. Dünya Savaşı’nın siper ve mevziye dayalı savaş anlayışının çöktüğünü ilan ettiler. Başlarda o kadar başarılı oldular ki bazı yerleri nerdeyse hiç asker kaybetmeden ele geçirdiler (örneğin Yugoslavya ve Polonya). Ancak başka bir yerlerde yazmıştık, Avrupa iç savaşı Avrupalı sermaye, servet ve mülk sahiplerini kıta çapında bir kurtarıcı arayışına itmişti, Alman Nazizmi bu kurtarıcıydı. Sadece askeri strateji ve askeri teknoloji değildi Alman ordusuna kolay zaferler getiren, işgal ettikleri ülkelerin egemen sınıflarının içeriden ihaneti de işgali çok kolay bir hale getirdi.

Şimdi Ukrayna Savaşına geçelim. Ukrayna’da çarpışan eski ve yeni emperyalizmlerdir; savaş tekniği ise II. Savaş’dan çok I. Savaş’ı hatırlatmaktadır. Ukrayna aslında kolektif Atlantik emperyalizmi ile yeni, prematüre Rus emperyalizmi arasındaki bir siper ve mevzi savaşıdır. Ancak bunun I. Dünya Savaşı’na göre önemli bir farkı vardır; burada siperler ve mevziler Ukrayna’nın kentleridir. Yıpratıcı ve dayanılmazdır. Bu minvalde yürüyen bir savaş kaçınılmaz bir şekilde uzun olacaktır. Harcı ise insan kanı olacaktır herhalde. İki emperyalizm aslında bu düzenden hiçbir çıkarı olmayan kitleleri siperlere yatırdılar. Kiev ya Atlantik emperyalizminin, ya da Rus emperyalizminin Verdün’ü olacaktır.

Putin belki bir Blitzkrieg yürütebilirdi. Ancak yapmadı; hem Ukrayna’nın aslında Rusya olduğunu iddia edeceksin, hem de Ukrayna’yı yerle bir edeceksin; kuşkusuz kapitalizmin beyinlerini kuş beyinlerine dönüştürdüğü sürüler bile buradaki tutarsızlığı ve umarsızlığı keşfedecektir. Putin’nin yeni Rusofil emperyalizmi yakın geçmişin hesaplarını kapatmaya çalışmaktadır. Üstelik savaş uzadı diye başarısız kabul edilebilir mi bilemem. Atlantik emperyalizmi artık bir anakronizmdir, Putin bunu göstermektedir. Nitekim cephe içeriden parçalanmaktadır. Özellikle Rus doğal gazını tepesinde asılmış Demokles’in kılıcı gibi gören Almanya ve Fransa giderek cepheden kopmaya çalışmaktalar. Anlaşmanın tek yol olduğunu ima etmekteler. Yakında açıktan bir şekilde “Ukrayna da makul olsun” diyeceklerdir. Hazır olun.

Cephe sadece ülkeler düzeyinde değil, bireyler düzeyinde de parçalanmaktadır. Gerald Ford ile Nixon kabinelerinde görev yapmış olan ve şimdilerde küresel emperyalist politika konusunda ağzının içine bakılan Henry Kissinger Ukrayna’ya Rusya’ya bir miktar toprak verip olayı kapatmayı öğütlemektedir. Kissinger gibileri konuştuklarında sadece kendileri için, ve sadece kendileri adına konuşmazlar. Onlar konuştuğunda kolektif bir akıl konuşmaktadır; emperyalist politikayı üretenlerden bir bölümünün sesidir. Kissinger Amerikan emperyalizminin kritik karar noktalarında ortaya çıkan bir figürdür. 1975’de Amerikan emperyalizmi Saygon’u boşaltırken bakandır, büyük bir rahatlama duyduğuna şüphe yoktur. Amerikan emperyalizminin gerçekçiliğinin ve sağduyusunun sesidir. Amerikan emperyalizminin geleceği açısından tehlike gördü herhalde; Ukrayna versin bir miktar toprak, o da rahatlasın biz de demektedir. Kissinger emperyalizmin gerçekçi sesidir; ciddiye alınması gerekir. Demokratları kendi rüzgarlarına katan Fukuyama ve diğerleri türünden nahif ve boş değildir.

Daha önce yaptığımız bir vurgunun yeniden yapılması gerekir. Amerikan emperyalizminin siyaset bahçesinde – niteliksel olarak aralarında büyük farklar olmasa da- Demokratlar kolektif ve daha maceraperest bir emperyalizmi tercih etmeye meyilliyken Cumhuriyetçiler sağlamcı ve unipolar/uniliteral bir emperyalizme eğilimlidirler. Biden şimdi kolektif davranmaya çalışmakta ve Amerikan emperyalizmini şüpheli bir maceraya doğru itmektedir. Kennedy bir dram idi, Johnson dramın zorunlu varisi oldu. Carter trajikomik idi; Clinton ise gerçek bir komikti, esasıydı. Tarihte dramın tekrarı trajikomik, trajikomiğin tekrarı ise komik olmaktadır. Komiğin tekrarı mı? Clinton komik ise Barrack ve Biden nedir gerçekten?

Biden’ın ve Amerikan emperyalizmin Avrupa’daki Truva Atı İngiltere’nin Rusya’yı durdurma ve ricat ettirme planını yüksek dereceden takdir edenler ise olayı uygarlıkla barbarlık çatışmasına dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Örneğin Sovyet Sosyalizmi çözüldüğünde bunu kutlu bir olay gibi gösteren ve buna felsefi bir içerik kazandırmaya çalışan Fukuyama Ukrayna’yı karşılıklı iki siperde uygarlık ile barbarlığın konumlandığı bir savaş alanı gibi görmektedir. Kanmayın, bir zamanlar başka bir yerde söylemiştik; Fukuyama bilimci değil, üfürük bilimcidir.1 Burjuva sosyal düşüncesinin banalliğinin ve geriliğinin nişanesidir. Bu “uygarlık” kavramını her duyduğumda irrite oluyorum. Arkasından her zaman emperyalist bir tasarım çıkıyor. Şimdi Atlantik emperyalizminin uygarlığı, Rus emperyalizminin ise Asya steplerinden gelen barbarlığı temsil ettiğini ima ediyorlar. Hayret etmek de bize düşüyor. Zat-ı şahanelerine kapitalist Rusya’yı Atlantik uygarlığının zorla ve şiddetle yarattığını hatırlatmak gerekiyor. Otokrat Putin ve Ayyaş Yeltsin gökten zembille inmediler ya. Neyse.

Şimdi sorulması ve tartışılması gereken iki soruyu sorarak devam edelim. Birincisi, yeniden bir Doğu Sorunu mu?  Doğu Sorunu merkezinde Osmanlı’nın ve Rusya’nın oturduğu bir sorundu. Acı bir geçeği yineleyelim; Osmanlı ömrünün son 150 senesini emperyalistler arası dengeye borçluydu; hiç biri tek başına yiyemesin diye kimsenin tümden yemesine izin vermediler ve Osmanlı yaşadı. Rusya birkaç kere sınırı aşma teşebbüsünde bulundu, Edirne’ye kadar geldi, İngiltere müdahale etti. Bir kere daha denedi, birleştiler ve Kırım Savaşı’nda haddini bildirdiler. Bu bizi ikinci soruya götürüyor: Ukrayna Savaşı uzatılmış bir Kırım Savaşı mıdır? Düşünmek gerekiyor.

Peki biz neredeyiz? İyi mi kötü mü, bilemem ama yeniden Lenin ile Kautsky arasındayız. Klasik Emperyalizm kuramı 1902 ile 1917 arasında oluşturulmuş ve tüm eksikliklerine rağmen zamanın hükmünden başı dik çıkmış bir kuramdır. Bu kuram oluşurken ciddi tartışmalar yaşanmıştır ancak kuşkusuz bu tartışmaların ve şiddetine bakarak çatışma diyebiliriz, en önemlisi Kautsky’nin 1914 yılında Neue Zeit’da basılan Ultra Emperyalizm makalesi tarafından çıkarılmıştır.  Lenin Kautsky’nin bu kısa makaledeki belirlemelerine 1917’deki ünlü Emperyalizm broşürüyle çok sert bir tepki verdi. Kautsky daha sonra çok tartışma çıkaran kısa yazısında emperyalistler arasında çatışma yerine uyumu öngördü, bir tür kooperatif oluşturacaklarını ve birlikte hareket edeceklerini belirtti. Böylece emperyalistler arası bir paylaşım savaşının başlamasından hemen önce emperyalistler arasında çatışmanın değil, uyumun egemen olacağı şeklinde bahtsız bir yargıyı ortaya attı. Lenin bu tezi karşı-devrimcilikle damgaladı ve mahkûm etti.

Aslında Kautsky II. Dünya Savaşı sonrasında ve hatta Sovyet Sosyalizminin intiharının hemen ardından sanki haklı çıkıyor gibiydi. Sovyet Sosyalizminin baskısıyla emperyalistler Yanki Emperyalizminin kanatları altında toplandılar, bu durum Sovyetlerin çözülüşünden sonra bir müddet daha devam etti. Ancak bu durum sadece görünüşte Kautsky’i haklı çıkarır gibiydi; özünde Kautsky’nin öngöremediği bir faktör ortaya çıkmıştı – Sosyalizmin bir sistem olarak varlığı ve baskısı. Şimdi mi? Lenin’in o zaman ortaya koyduğu bilimsel görünün şaşmazlığı ve doğruluğu Kiev’de, Harkov’da ve tüm Doğu Avrupa’da tekrar tekrar kanıtlanıyor. Emperyalistlerin siper savaşı Kautsky’i bir kere daha mahkûm ediyor.

Not: Girişteki askeri harekat haritası Meuse ve Ardenler’in önemini göstermektedir.