Türkiye’nin düzeni emperyalist hiyerarşide yükselme çabasıdır. Türkiye’de olup biten hiçbir şey bundan bağımsız ele alınamaz.

Emperyalist sol ve Türkiye’nin düzeni

Emperyalist sol deyince aklımıza önce 20. yüzyılın başı gelir. Almanya en çarpıcı örneğini sunmuştur ama Birinci Dünya Savaşı’nda kendi burjuvalarının peşine takılanların tamamı için kullanırız bu sıfatı. 

Burjuvanın peşine soldan takılmanın yolu bazen yokmuş gibi yapmaktır bazense pasif kalmak. Bahane çoktur ama işlevi bellidir: Semirmiş burjuvaların emperyal heveslerinin özürcülüğünü üstlenmek.

Bunun için parlamento yoklamasına katılmamak, Çarlık devletinin kadim gericiliğini ileri sürmek, işçi sınıfına “yutabileceği” küçük hedefler sunmak gibi pek çok takla atılır. Farklı eller birbirine kavuşur, taklalar dansa dönüşür ve burjuvaziyle yapılan dansın adı milliyetçilik olur.

Bugün Türkiye’de gördüğümüz emperyalist sol bazı açılardan buna benziyor çünkü Türkiye’nin düzeni emperyal heveslerin düzeni. 

Öte yandan Türkiye bir büyük güç değil, büyük güçler arasında kendi yolunu bulmaya çalışan iddialı bir oyuncu. Bu nedenle büyük güçler bir bahane olanağı sunuyor. Ellerini attıkları her yeri batırdıkları, kirli bir geçmişe sahip oldukları ve “Türkiye’nin önünü kapattıkları” için. 

Öyleki iktidardakilerin bunlarla gerçek bir kavgaya tutuşmaları mümkün olmayacağı için atıp tutmaları kolaydır ama bir yandan da “dış güçlere” sövmenin haklı gerekçeleri vardır. Çünkü pek de dış değildirler. 

Bunlar (bu haklı gerekçelerin kaynağı bizzat kendileri değilmiş gibi) ABD ve diğerleriyle kavga görüntüsünü siyaset akçesi olarak kullanırlar, arkada pazarlık masasını işletmeye devam ederler. Diğerleriyse kendini beğendirmenin işe yarayacağını düşünür…

Türkiye, işte bu aynı amaca hizmet eden iki eğilimin çekişmesine sahne oluyor. Emperyalist sol, bu iki eğilime “soldan” bağlananların bir araya gelmesinin ürünü.

Birincisi, mevcut iktidarı antiemperyalist göstermek için elinden geleni yapan, AKP’nin arkasına soldan dizilmiş milliyetçi ekip. Burada partiler var, fahri ve görevli köşe yazarları ve “devletliler” var. “Dünyanın dengeleri”ni suistimal etmek, büyük güçlerden taraf beğenmek ve bunu ABD karşıtlığı, antiemperyalistlik diye pazara sürmek bu ekibin işlevi ve görevi.

İkincisi, emperyalist merkezleri hoşnut etmeden Türkiye’de çıkış düşünemeyen kesim. Bu kesimde muhalefet partileri var parlamento muhalefeti var liberal muhalifler var. Ama bir de Türkiye’nin sorununu “tek adam”a indirgeyen solcularımız var…

Ne var ki bu karşıtlık gerçek değil.

AKP’nin kurmayları emperyalistlerle pazarlığa oturunca devlet meselesi, CHP ya da HDP seçim çalışması için görüşmeye gidince dışarıdan medet ummak mı oluyor? Bir kesim büyük güçlere kafa tutuyormuş gibi yapınca antiemperyalistlik, diğer kesim devlet çıkarı deyince ya da barış gerekiyor deyip AKP’yi samimiyetsizlikle suçlayınca kendi samimi mi olmuş oluyor?

Kim nereye ait belli değil. Çünkü bu gerçek bir karşıtlık değil. Çünkü iki eğilim de Türkiye’nin düzenine hizmet ediyor.

Türkiye’nin düzeni emperyalist hiyerarşide yükselme çabasıdır. Türkiye’de olup biten hiçbir şey bundan bağımsız ele alınamaz.

Solcu görünümlü milliyetçilerle solcu görünümlü liberaller bu noktada bir araya geliyor. Kavga ederek el sıkışabiliyorlar çünkü Türkiye’nin düzeninde ortaklaşıyorlar.

Liberallerin Türkiye’nin dünyadaki yeriyle hiçbir sorunu yok. Onların sorunu “tek adam”la ilgili. Türkiye’nin imajını düzeltecek olan bir değişimle ilgileniyorlar. Ve şimdilerde ABD’ye Avrupa’ya baktıklarında göremedikleri şeyi Türkiye’nin geçmişinde arıyorlar. Geçmişte kirlettikleri Türkiye’nin kuruluşu ve kurtuluşu fikrini yeniden keşfetmekle uğraşıyorlar. Erdoğan’ın fotoğraflarıyla besleniyorlar ve de kendilerini kandırıyorlar.

Milliyetçilerse liberalliklerini örtmek için ancak daha fazla milliyetçiliğe başvurabiliyor. Gerektiğinde tarikatlarla yan yana geliyorlar. Kutsal devlet aklına tapınmakla zamanlarını harcıyorlar. Erdoğan diklenince mutlu oluyorlar. Erdoğan anlaşınca çevresine sataşıyorlar, kendilerince uyarıyorlar. Ama Erdoğan’ın fotoğraflarıyla besleniyorlar ve de kendilerini kandırıyorlar.

İki seçenek, ikisi de kendini kandırıyor. Ama sadece kendilerini değil herkesi kandırmaya uğraşıyor.

Tam da burada bir şeyi ayırt etmemiz gerekiyor: Türkiye’nin düzeni bu iki eğilimi seçenek diye sunmuyor yalnızca. İki eğilim Türkiye’nin düzeninin zorunlu sonucu olarak ortaya çıkıyor.  

Bu zorunluluk nereden ileri geliyor?

Türkiye burjuvazisinin emperyal heveslerinden bahsediyoruz. Bu hevesler bir anda gelişmedi. Türkiye’nin bugünkü düzeni son kırk yılının ürünü oldu ve dünyadaki değişim bu ürüne bir kez daha sıçramanın gerekliliğini dayattı.

Türkiye burjuvazisi kırk yıl öncesinde bir yol ayrımının eşiğindeydi. Türkiye’nin büyük sıçraması 1960 ile 1980 arasında gerçekleşti. Türkiye artık otomobilini de buzdolabısını üretebiliyordu. Ama satabilmek için emekçiye düşük ücretten biraz fazlasının verilmesi gerekiyordu. 

Emperyalist solun tohumları daha o zamanlar atıldı. Sendikacılık emekçinin gerçek ücret kavgasıyla burjuvazinin sahte bonkörlüğü arasında sıkıştı. Sosyal demokrat sendikacılık bu sıkışmanın, daha doğrusu örtüşmenin Koçlar Sabancılar lehine ürünüdür. Sosyal demokrasi ise bu uzlaşma rüzgarının siyasal merkezidir.

Fakat sonra bu geri adımlar daha çok büyümek isteyen ve aslında buna mecbur olan Türkiye burjuvazisine fazla geldi. 80 darbesi Türkiye halkı için değil daha kârlı olan için üretmenin kapılarını açtı. Kapılar sınır ötesine açılıyordu. Dışarı satan Türkiye, kırk yıl sonrasında bir de dışarıda üretim yapan Türkiye’ye dönüştü.

Halbuki sınır ötesi güçlü olmayı ve iş bilmeyi gerektiriyordu. Türkiye’ye rüşvet ağları, yeni tip bürokratlar, mafya bağlantıları, vakıflar ve elbette özel ordular gerekiyordu. Ama bir de bu gücün ispat edilmesi…

Çünkü emperyalist dünyada güç buzdolabında saklanamaz, mutlaka ispat edilmesi gerekir.

Sonrası oldukça tanıdık. ABD kendi zamanında ilk nereye baktıysa Türkiye de oraya bakmıştır: kendi sınırlarının hemen dibine. ABD Irak’ta neyi ispat etmek istemişse Türkiye de Suriye’de, Libya’da, Azerbaycan’da, Doğu Akdeniz’de onu ispat etmek istemektedir. Zamanlar, güçler, yetenekler farklıdır ama mekanizma temelde aynıdır.

Türkiye ayrıca bir de Almanya gibidir. Semirmiş ama dengeler arasında sıkışmış bir burjuvazinin savaştan başka seçeneği yoktur. Tekelci düzen seçtiği için değil aslen zorunlu kaldığı için savaşa yönelir ya da savaştan beslenir.

Bu demektir ki dönemin ruhu Türkiye’ye gücünü gösterme olanağı tanımıyor sadece, Türkiye buna zorunludur da. Balkanlarda, Ege’de esip gürlemeyen, Libya’da kavgaya tutuşmayan, Suriye’yi karıştırmayan bir Türkiye’nin burjuvazisi ne sınır ötesinde ne de Türkiye’de ciddiye alınabilir.

Türkiye’nin düzeni artık Türkiye sınırlarında başlayıp bitmemektedir. 

Türkiye burjuvazisi sınırlar ötesinde fabrika açmalı işçi sömürmelidir. Türkiye daha çok “yabancı” işçi sömürecek daha çok göçmen sömürecek. Belki de bütün bu sahte vaatlerin yükü biraz daha onlara yüklenecek!

İşte emperyalist sol bu güç gösterisinin arkasında duranlara veya asıl amacını görünmez kılanlara destek çıkmaktır. Emperyalist solun görevi ortada dönen tezgahın halkla ilişkiler çalışmasını yürütmektir.

Buradan Türkiye’ye hiçbir gerçek çıkış olamaz. Gerçek bir çıkış ve kurtuluş için Türkiye’nin düzeni değişmelidir. Emperyalist sol bunun önündeki engeldir.