'Sahip oldukları statü hakikatlerinin üzerine örtülen bir örtü gibidir ve o örtü yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda olan bir işçi oldukları hakikatini görmelerini engeller.'

Emeklilikte yaşa 'takılmak': Bir tipoloji üzerine notlar

Profiline ve yazdıklarına baksanız “muhalif” diyebileceğiniz isimlerden biri, geçen haftaki Emeklilikte Yaşa Takılanlar gündeminde, muhtemelen son derece felsefi bir soru sorduğunu zannederek “insan niye emekli olmak ister ki?” şeklinde bir paylaşım yapmıştı.

Oysa asıl hayata dair olan ve sorulması gereken, bir tür entelektüel snoplukla sorulan bu soru değil, neden sabahın kör karanlığında balık istifi otobüslerde ve dolmuşlarda gittiğimiz işyerlerinde akşamın kör karanlığına kadar ve robotlaşmış bir şekilde, ezilerek, horlanarak, yaralanarak, ölerek, üç kuruş için ve ay sonunu asla getiremeyerek on yıllar boyu çalışmak zorunda olduğumuzdu.

Sorulması gereken soru buydu ama sistem sorulması gereken soruların sorulmasını engelleyerek ve başka sorular sordurarak, üstelik bunu ikna yoluyla yaparak, bireyleri bu tercihleri kendilerinin yaptıklarına inandırarak işliyordu.

Emeklilikte Yaşa Takılanlar meselesinde de aynısı oldu ve yukarıda zikredilen sorunun ötesinde, özellikle orta sınıflardan/beyaz yakalılardan “kırk yaşında emekli olunur mu”dan tutun da “neden EYT’lilerin yükünü biz ödeyelim ki”ye uzanan bir genişlikte sorular soruldu, itirazlar yükseldi.

Elbette ki emeklilik yaşına dair bir tartışma yapılmalı, kamusal çıkarları gözetecek bir yaş haddi gündeme getirilmeli, toplum için optimal olan bir emeklilik yaşı üzerine konuşulmalıydı ama onun yerini kapitalizmin yapılmasını istediği tartışma ve sorulmasını istediği sorular aldı.

Aslında bu sorularla ortaya konulan tutum yeni değil; özellikle ekonomik krizin yıkıcı etkilerinin kendilerine uzanması ve onları da derinden vurmasıyla birlikte orta sınıflar/beyaz yakalılar (hepsi değil ama bir tipoloji oluşturmaya yetecek kadar bir toplam) giderek artan bir şekilde kendilerinden daha yoksul olanları ve kol gücüyle çalışanları yoksullaşmalarının sebebi olarak görmeye ve hedef göstermeye başladı.

Bu orta sınıf/beyaz yakalı tipolojisine göre örneğin belediye işçilerinin, diyelim ki çöpçülerin, maaşlarını beğenmeyip grev yapmaları olacak iş değildir; kendileri onca yıl okumuş, çalışmış, bir yerlere gelmiştir ama işi çöpleri toplamaktan ibaret olan, yani vasıf gerektirmeyen bir iş yapan işçiler neredeyse onlar kadar maaş talep etmektedir ve elbette ki bu şımarıklığa izin verilmemelidir.

Aynısı genel olarak asgari ücrete de uyarlanabilir; bu tipolojiyi oluşturanlar asgari ücretteki artışın enflasyonu tetikleyeceğine ve böylece daha da yoksullaşacaklarına, elbette ki kumarhane liberallerinin ve holding profesörlerinin büyük katkılarıyla, inandırılmışlardır. Buna göre Türkiye’de “iktisat bilimi”nin ilkelerine uyulmamakta, onun yerine popülist politikalara başvurulmakta, alt sınıflara bir tür rüşvet verilmekte ve bu nedenle de orta sınıf çökmektedir.

Tüm bunlar EYT konusunda da geçerlidir. Erdoğan’ın yıllardır temsil ettiği sınıfın çıkarları doğrultusunda “ekonomiye büyük yük getireceği” için görmeden geldiği bu meseleyi, seçime giderken çözmeye mecbur kalması, sözünü ettiğimiz kesimlerde ciddi bir infial yaratmıştır. Buna göre “genç yaşta” emekli olan milyonlar bütçe üzerinde büyük yük yaratacaklar, onların “kırk yıl boyunca alacağı maaş”ı gençler ve elbette ki eğitimli gençler, yani orta sınıf/beyaz yakalılar ödeyecektir.

İşte tüm bu düşünme süreçlerinde ideoloji iş başındadır. Orta sınıflar/beyaz yakalılar çoğunluk olarak kendilerini işçi sınıfının bir parçası olarak görmezler, bilinçlerini ait oldukları sınıf ve o sınıfın çıkarları değil sahip oldukları statü belirler. Köle gibi çalışıyor olsalar da ay sonunu bir türlü getiremeseler de kaderleri patronun iki dudağının arasında olsa da tüketim kalıplarından sosyalleştikleri mekânlara kadar kendilerini statü üzerinden tarif ederler. Sahip oldukları statü hakikatlerinin üzerine örtülen bir örtü gibidir ve o örtü yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda olan bir işçi oldukları hakikatini görmelerini engeller.

Öte yandan, ekonominin “objektif ve bilimsel” bir şekilde yönetilebileceğine de iktisat politikalarının sınıfsal ilişkilerden bağımsız olabileceğine de inandırılmışlardır. Bu nedenle de bizzat kendi çıkarlarına olan bir meselede, örneğin ücretler genel düzeyinin artışında, enflasyonu artıracağı gerekçesiyle karşı bir tutum alabilirler. Bizzat kendileri de ücretli oldukları halde ücret artışlarının kendileri için zararlı olacağını düşünebilirler.

Serbest piyasa ekonomisi denilen şeyi sorgulamak akıllarından geçmediği gibi onu bir sınıfla da bir ideolojiyle de ilişkilendiremezler ve bir tür “doğa yasası” gibi görürler. İktidar ise “objektif ve bilimsel” bir politika izlemek yerine ya popülizm yapmaktadır ya da beceriksizdir; kriz de bu yüzden yaşanmaktadır. Asgari ücrete zam ya da EYT gibi uygulamalar popülizmin, enflasyon ise bunun ve beceriksizliğin, ekonomi bilmemenin bir sonucudur.

Bu nedenle de yoksullaşmalarının asıl sebebinin tam da göremedikleri o hakikatten, yani işçi sınıfına mensubiyetlerinden kaynaklandığını da anlayamazlar. Türkiye’nin sermaye düzenin güncel çıkarlarının emeğiyle geçinen herkes gibi kendilerinin de yoksullaştırılmasından, ortalama ücretlerin asgari ücret seviyesine yakınsamasından ve asgari ücretle çalışmanın bir norm haline gelmesinden geçtiğinin farkında değillerdir.

EYT meselesinde de benzer bir durum söz konusudur. Emekliliğin tıpkı sekiz saatlik iş günü gibi, hafta sonu izni gibi, kıdem tazminatı gibi büyük bedeller ödenerek kazanılmış haklardan biri olduğunun ve bugün o haklara kendilerini ait hissetmedikleri işçi sınıfının verdiği mücadele sayesinde kavuşulduğunun bilgisine sahip değillerdir.

Dahası emekliliğin prim ödenerek kazanılan bir hak olduğunu da bilmezler ya da bilmezden gelirler; insanların yıllar boyunca maaşlarından emeklilikleri için kesilen sigorta primlerinin tutarını görmeyerek onların toplumun sırtına yük olacağını söylerler ki artık emekliliği piyasalaştıran ve yaş sınırını tavana çekerek “mezarda emeklilik” isteyen kapitalizm de zaten bunu istemektedir.

“Bize yük olacaklar” diye feryat ettikleri emeklilerin zamanında ödedikleri primlerin, maaşlarından kesilen ve harcama yapılırken ödedikleri vergilerin örneğin onların ilkokuldan üniversiteye kadar yararlandıkları eğitim hakkının finansmanında kullanıldığını, yani aslında kimin kimi finanse ettiğini ise hiç sormazlar.

EYT meselesinin kökenine dair de bir fikirleri yoktur; insanların emeklilik hakkının sırf IMF istediği için neoliberal politikalar doğrultusunda bir gecede çıkarılan bir yasayla gasp edilmesini değil de o gaspın doğurduğu mağduriyetin giderilmesini haksızlık olarak görürler. Onca haksızlık varken seslerini ancak kendi altlarındakine çıkarabilir, isyanlarını oraya yöneltebilirler.

Bütçeden faize giden paranın aşağı çekilmesi, holdinglerin, şirketlerin kârlarının vergilendirilmesi, borsa, devlet tahvili, faiz kazançlarından vergi alınması, patronlara yönelik vergi istisna ve muafiyetlerinin ortadan kaldırılması, ücretlilerin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, herkesin sigortalı olması, ekonominin kayıt altına alınması ve böylece bütçenin gelir ve gider bileşiminin değiştirilmesi, gelir dağılımında göreli bir adaletin sağlanması, kamucu bir zihniyetin ülkeyi yönetmesi gibi meseleler ise hiçbir şekilde gündemlerinde değildir.

Oysa asgari ücretteki artış ücretler genel düzeyini artırarak orta sınıfın/beyaz yakalının da ücretleri üzerinde pozitif etkide bulunur. Gasp edilmiş emeklilik hakkının kazanılması için verilen mücadele sonraki kuşakların mezarda emekli olmaması için verilecek mücadeleye ilham kaynağı olabilir, bir örnek teşkil edebilir. Greve giden işçinin kazanımı tüm emekçilerin kazanımıdır. Adil bir vergileme üzerine verilecek olan mücadele vergi yükünün en azından bir kısmını emekçilerden alabilir.

Sendika için, güvenceli çalışma için, kıdem tazminatı için verilen her mücadele bütün olarak işçi sınıfı adına verilmektedir. Tek bir fabrikadaki, tek bir iş yerindeki, tek bir ofisteki en küçük bir kazanım dahi genel olarak emeğiyle geçinenlerin, çalışanların, işçi sınıfının hanesine yazılmış bir kazanımdır. Hak mücadeleleri de zaten böyle birikimli bir şekilde ilerler.

Ekonomiye, topluma ve kendilerine kumarhane liberalleri ve holding profesörlerinin değil mensup olduğu sınıfın gözlükleriyle bakabilenler… Ancak onlar emeklilik hakkı kazananların yaşına takılmak yerine emeklilik de dahil kazanılmış hakların korunması ve kapsamının genişletilmesi için mücadele edilmesi gerektiğini, öz çıkarlarının tam olarak orada bir yerde olduğunu görebilirler. Esas meselemiz de budur; kendi hakikatini görebilenlerin çoğalmasıdır.