İşte müzik, nakışlanmış hikâye, manzaralar, insan manzaraları türlü türlü, parça parça, lime lime ama bir bütün geçmişten “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan bugüne uzanan.
Şiir için söylenmiş hani o meşhur replik vardı Postacı filminde. Neruda ile Postacı arasında geçiyordu: “Şiir yazana değil ihtiyacı olana aittir.” diye. İşte tam da buradan başlıyor belki sanatla ilişkimiz. Sanatçının sözü türlü iç yaşantılardan, çağrışımlardan süzülüp geliyor, damıtılıp damla damla billurlaşıyor. Ardından karşıdakine, sanat alımlayıcısına doğru akıyor. Orada her alımlayıcının kendi kişisel tarihinin de toplumsal tarihle yoğrulduğu bir düzenek içinde şekilleniyor, anlam kazanıyor, heyecanlandırıyor, diriltiyor, sorular sorduruyor, gamlara sürüklüyor, ayrıştırıyor, birleştiriyor belki de örgütlüyor. Orada, o yolculuk süresince iç içe geçmiş bin bir çağrışım içinde yol alıyor.
“Günler kısaldı... Kanlıca'nın ihtiyarları
Bir bir hatırlamakta geçen sonbaharları.
Yalnız bu semti sevmek için ömrümüz kısa...
Yazlar yavaşça bitmese, günler kısalmasa...”
Derken Yahya Kemal, bir yaz sonu sızısının genişleyip bir ömre yayılan biçareliğini derinden hissettiriyor örneğin. Nereden geldiği bilinmeyen, havada uçuşan metaforlar eşliğinde melankolik bir müzik serüveni mi acaba yaşayacağım burada sorusu ile baş başa bırakıyor dinleyiciyi Yapıcılar’ın Biri Hiçbiri ve Binlercesi albümü.
Bir yol var yürünecek, diyor. Kışta saklıdır ilkbahar diyor. Kısalan günlere, geçen sonbaharlara ağıt yakarken hangi yolmuş o yürünecek olan diye soru sordurtmaktan da geri durmuyor. Mevsimler arasından, Türkiye tarihindeki dönemler ve kırılmalar arasından, insanın hayalleri ve yaşadığı sert gerçeklik arasından, büyük politikalar şahlanırken ezilip öğütülen hiçbiri gibi yansıtılmaya çalışılan insanlar arasından, geçişler, sıçramalar, geri dönüşler, beklemeler, esler, çığlıklar, haykırışlar arasından geliyor. Savaş mı çıktı diye birdenbire panikleyen bir müzisyenin gözlerinde ete kemiğe bürünen, hem müzisyene kendini dayatan hem onun susmayan iç sesinden bir hesaplaşma için fırlayan öykü kahramanı derinliğinde Galip Usta, Göçmen Çocuk, Sevda, Özlem, Hülya, kadınlar ve çocuklar, Yapıcı, Yavşak ve nihayet
“Tepe taklak olmuştu ülke ekonomisi.
Fazla ses yapıyordu ülkenin işçisi.
Kısıverdi o sesi, Eylül’ün on ikisi
İşçiyi kim susturur, esas soru hep budur.
Yanıtını biz bulduk.
Sen istiyorsan kudur.
Eşitlik filan boştur siyaset neyinize.
Sihalarımız var lan bizim.
Yeteriz hepinize.
Hav, hav, hav…”
Diyerek arz-ı endam eden, insanı dans etmeye sürükleyen, trajedinin komedi tarafını yaşatan, vodvil kıvamında alaycı, taşlamalı, neşeli Levent Ülgen’in olağanüstü yorumuyla klasik olmaya aday bir kadayıfın üstü kızarmış hodbinliği ile. Burjuva için aksi düşünülür mü ki? Sürekli sürekli dinlediğim. Beni kendine bağlayan, neşe vererek ve komedinin canlandırıcı etkisiyle meydan okuyan ağama yönelik inanılmaz haklılık ve alacaklılık gücüyle Cumhuriyet tarihi burjuvazisinin seyrini son derece güçlü sözler ve ona uygun müzikle çiziktiriveren bu şarkı bence pek çok tarih, politik, ekonomik ve sosyolojik kitaba ve dahi saptamaya kök söktürür. Bunu yaparken de neşe içinde dans ettiriyorsa. İşte tam da bu. Dans edemediğim devrim benim devrimim değildir diye bir şey vardı. Tam da bu: dans ede ede, döne döne ülkenin sermaye sınıfının mizacına yav he he diye diye. Ama öte yandan ve tam da bu, her tür eğilimi içinde barındırarak sermayenin sonradan görme, elini sürekli ovuşturan patron tiplemesinin ve sermaye düzeninin “İşçiyi kim susturur, asıl mesele budur.” noktasından, “Her şey sınıfsal şekerim.” noktasına gelerek derdest edilen insanları bir müzisyenin günü özelinde yansıtmak hakikaten çok gönül çelici olmuş.
Oysa yaşamak bir ağrılı değil şenlikli olmalı, diye yineleyip duruyorum. Ağır bir katran kıvamıyla, lime lime edilmiş insanlığın çığlıkları arasında hep söyleyip duruyorum bir delinin güncesindeki takıntılı cümleler gibi: Oysa yaşamak ağrılı değil şenlikli olmalı.
“Savaş mı çıktı diye panikledi bir kez daha…
Bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha…
Böyle böyle uyudu, böyle böyle uyudu, bir kez daha…”
Ama öyle sonsuz bir uyku yok. Huzur yok. Saatin alarmı rahat vermiyor ve “Belirsiz, belirsiz, belirsiz, cevap hep belirsiz. Yaranmadan, yaralanmadan bir şeyleri yapabilmek. Yaşamak aç kalmaktan korkmadan mümkün mü? Belirsiz. Geç mi kaldım? Ömrüm böyle mi geçecek. Bir yolu yok mu eğilip bükülmeden yaşamanın. Vasatlıktan kurtulmanın bir yolu yok mu? Belirsiz, belirsiz cevap hep belirsiz.”
Peki, ne yapmalıyım? Peki, ne yapmalı?
Bunu düşüneduralım. Duyuyor musunuz inceden, belli belirsiz delikanlılığa henüz geçmiş bir Göçmen Çocuğun Şarkısı, kesik kesik ama apaçık bir biçimde geliyor. Kulak verin.
“O kadar uzak ki geldiğimiz ülkeler. Taa çocukluğumuzdan geldik. Taa annemizin kucağından, bir de yokluklardan, bir de savaşlardan geldik. Ölmeye gelince varız, var olmaya gelince yokuz. Çalışmaya gelince varız, yaşamaya gelince yokuz. Gelecek denen rüyalar ülkesi, tutar bizi bu dünyada.”
Sonra “Sen bize layıksın bir de sana kavgamızın ülkesi ve İstanbul’u” diyerek martı sesleri eşliğinde 15-16 Haziran yürüyüşçüsü Galip Usta’nın eğilmiş başını avuçlarımızın içine alarak kaldırmak ve göz göze gelmek, kavilleşmek,” anlamak sevgilim gideni ve gelmekte olanı…”
İşte müzik, nakışlanmış hikâye, manzaralar, insan manzaraları türlü türlü, parça parça, lime lime ama bir bütün geçmişten “Memleketimden İnsan Manzaraları”ndan bugüne uzanan.
Kulağımda hep o şarkı.
Peki, bu şarkılar olmasa nasıl göreceğiz kendimizi?
Sanatı kim susturur? Sen istiyorsan kudur!