'İki taraf da her şeye rağmen birbirlerine olan mecburiyetlerinin farkında mıdırlar ve bu nedenle de köprüleri bütünüyle atmaktan kaçınmış, sonraki hadiseye kadar krizi ötelemişler midir? Kesinlikle'

Elçiler krizi: 'Pabuç pahalı' demek ya da diyememek

Erdoğan’ın Kavala bildirisini hazırlayan büyükelçilerin sınır dışı edileceklerine ilişkin söyledikleri, bir dil sürçmesi ya da sonuçları üzerine pek düşünülmeden fevri şekilde edilmiş bir söz müydü?

Eğer bir kere söylenmiş olsaydı bu iddia edilebilirdi ama bir kere söylenmedi. Erdoğan önce 21 Ekim günü Afrika dönüşü uçaktaki gazetecilere “10 tane büyükelçi bu açıklamayı niye yapar? Bu Soros artığını savunanlar, bunu nasıl bıraktırırız gayreti içindeler. Söyledim Dışişleri Bakanımıza, bizim bunları ülkemizde ağırlamak gibi bir lüksümüz olamaz" dedi. İkinci açıklama ise iki gün sonra, yani 23 Ekim’de Eskişehir’de geldi. Erdoğan buradaki toplu açılış törenindeki konuşmasında aynen şunları söyledi: 

“Öbür tarafta, yatıyorlar, kalkıyor, Kavala, Kavala. 'Kavala' dediğin Soros'un Türkiye şubesi. 10 tane büyükelçi onun için Dışişleri Bakanlığına geliyor. Bu ne terbiyesizliktir? Siz burayı ne zannediyorsunuz? Burası Türkiye, Türkiye. Burası öyle zannettiğiniz gibi bir kabile devleti değil. Burası Türkiye, anlı şanlı Türkiye. Burada kalkıp Dışişleri Bakanlığı’na gelip talimat verme gibi bir yola giremezsiniz. Gerekli talimatı ben de Dışişleri Bakanımıza verdim. Ne yapması gerektiğini söyledim. 'Bu 10 tane büyükelçi, bunların bir an önce istenmeyen adam ilan edilmelerini hemen halledeceksiniz' dedim. Zira bunlar, Türkiye'yi tanıyacaklar, anlayacaklar, bilecekler, bilmedikleri, anlamadıkları gün burayı terk edecekler.” 

Askerin başına çuval geçirilme hadisesinden Trump’ın “aptallık etme” mektubuna, Erdoğan’ın ABD’ye daha önce bu kadar sert bir şekilde tepki verdiği görülmüş şey değildi ama bu sefer öyle olmadı, çünkü Erdoğan bu sefer hedefin doğrudan kendisi olduğunu gördü. 

Kulislere Biden yönetimi tarafından yazdırıldığı sızdırılan –ki New York Times da böyle haberleştirdi- mektubun doğrudan kendisini ve iktidarını hedef aldığını, bunun kendisine yönelik bir operasyonun ilk ayağı olduğunu düşünen Erdoğan, içeride de artık havanın dönmüş ve sandığın garanti olmaktan çıkmış olmasından kaynaklanan korkularla eli yüksekten açtı ve kararının arkasında duracağının işaretini verdi. 

Eğer elçilere geri adım attırabilirse buradan bir “dik duruş” hikâyesi çıkartacaktı, elçilerin gönderilmesi durumunda ise “yedi düvele karşı savaş” söylemini derinleştirip oyunu buradan kurmayı deneyecekti, o da buna göre bir kumar oynadı.  

Erdoğan’ın eli yüksekten açması ve bu “kararlı” görünüşü, hafta sonu Türkiye ve diğer on ülkenin dışişleri çalışanlarına fazla mesai yaptırdı, Pazartesi yapılacak kabine toplantısından “persona non grata” doğrultusunda bir karar çıkması ihtimaline karşı diplomasi trafiğini artırdı ve bir çözüm arayışını hızlandırdı. 

Pazartesi günü tam da kabine toplantısının başladığı saatlerde ABD elçiliği tarafından yapılan açıklama bu trafik ve arayışın ürünüydü. İki tarafın da kendi iç kamuoylarında “geri adım atmaması” gibi görünecek, iki tarafın da sözünün arkasında durduğunu gösterecek bir çözüm Viyana Anlaşması’nın 41. maddesine atıf yapmakta bulunmuştu ve açıklama da bu doğrultuda yapıldı. 

ABD elçiliğinin İngilizce açıklamadan bir nüansla ama son derece önemli bir nüansla ayrılan ve tek cümleden ibaret olan Türkçe açıklamasında, “ABD, 18 Ekim tarihli açıklamaya ilişkin bazı soruların yöneltilmesi vesilesiyle, Diplomatik İlişkiler Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 41’inci maddesine riayet etmeyi teyit eder” diyordu. 

Bu ise Erdoğan için yeterliydi; resti işe yaramıştı ve şimdi içeriye dönüp bunun bir “geri adım” olduğunu söyleyebilir, bir kez daha “Batıya karşı dik duran lider” imajına bürünebilir ve buradan siyasi bir kazanç elde edebilirdi. Nitekim öyle de yaptı ve kabine toplantısı sonrası yaptığı açıklamada şunları söyledi: 

“Türkiye'nin nezaketini zaaf görerek eski alışkanlıklarına yönelenler, yaptıkları yanlışı kabul etmedikleri sürece hak ettikleri cevabı alacaklardır. Ülkem ve milletim adına ortaya koyduğumuz tavır bu sorumlu duruşun tezahürüdür. Niyetimiz asla kriz çıkarmak değil. Yapılan yeni bir açıklamayla ülkemize yönelik bühtandan geri dönülmüştür. Artık daha dikkatli olacaklardır. Ülkemizin bağımsızlığına ve milletimizin hassasiyetlerine saygı duymayan hiç kimse, sıfatı ne olursa olsun, bu ülkede barınamaz.”

Peki Batı sahiden de “geri adım” atmış mıydı? Eğer hiçbir şey söylemeden kabine toplantısı sonrası Erdoğan’ın ne diyeceği beklenseydi ya da yapılan açıklama bir önceki açıklamaya destek mahiyetinde yapılmış bir kararlılık açıklaması olsaydı ve “yaptığımız şey içişlerinize karışmak değil, size uluslararası hukuktan kaynaklanan yükümlülüklerinizi hatırlatmaktır” denilseydi o zaman bir geri adımdan söz edemezdik. 

Oysa Erdoğan’dan öylesi bir sert çıkış beklemedikleri belli olan elçilikler tarafından yapılan yeni açıklama, dili itibariyle “yaptığımız şey içişlerinize karışmak değildi, bundan sonra da karışmayacağız, ortada elçilerin sınır dışı edilmesini gerektiren bir durum yok” mesajını veriyordu ve hem bu anlamıyla, hem de ilk adımı kendilerinin atması bağlamında, Erdoğan’a ve AKP iktidarına “bakın geri adım attılar” deme imkânı sağlıyordu. 

Evet ortada karşılıklı atılmış diplomatik adımlar ve her iki tarafın da “onlar geri adım attı” demesine izin veren bir durum vardı ama bizim için önemli olan meselenin diplomasiden iç siyasete nasıl tahvil edildiği ve iç kamuoyuna nasıl yansıtıldığı olduğuna göre, iktidar buradan en azından kendi tabanı adına bir zafer hikayesi çıkarmayı başardı. 

Peki bu Erdoğan için “gerçek” bir zafer miydi? Batılı devletlerin içeride “geri adım” olarak okunmaya cevaz veren bu açıklaması şüphesiz ki pazarlıkların ürünüydü ve iki taraf da birden fazla parametreyi gözetti. Batılılar ekonomik krizin bu olay vesilesiyle kendilerine fatura edilmesine ve Erdoğan’ın bunun üzerinden yeni bir seçim zaferi çıkarmasına izin vermek istememiş olabilirler mi? Olabilirler. AKP, kapalı kapılar ardında Kavala’nın serbest bırakılması da dâhil çok sayıda taahhüt vermiş ve vaatlerde bulunmuş olabilir mi? Olabilir. İki taraf da her şeye rağmen birbirlerine olan mecburiyetlerinin farkında mıdırlar ve bu nedenle de köprüleri bütünüyle atmaktan kaçınmışlar ve bir sonraki hadiseye kadar krizi ötelemişler midir? Kesinlikle.

Tüm bunların sonucunda ne oldu peki? Tüm bunların sonucunda Erdoğan Batıya kendisinin gönderilmesinin öyle kolay olmayacağını göstermiş ve “pabuç pahalı” demiş oldu, içeriye de yeni bir hikâye satma şansını buldu. Ancak buradan yola çıkarak iktidarın Batıyla yeni bir denge düzleminde buluştuğunu ve uzlaştığını iddia etmek de bu olay üzerinden yaratılacak zafer havasının uzun ömürlü olacağını söylemek de mümkün değil; çünkü yirminci yılın sonunda gelinen nokta ve hem içerideki hem dışarıdaki çoklu kriz konjonktürü buna izin vermiyor. 

Bu noktada, hem iktidarın giderek ayağının altındaki zemini kaybediyor oluşunu hem de buna teslim olmamak için göze alabileceklerinin sınırını aynı anda gören bir bakış açısına, ikisini birden denkleme dâhil eden bir siyasi pozisyona ihtiyaç var. Yani iktidara sahip olduğundan fazla bir güç atfetmemek ama “bu iş bitti, gidiyorlar” kolaycılığına da kapılmamak gerekiyor. Çünkü “pabuç pahalı” denilen sadece Batı değil, aynı zamanda burası da. İktidar önümüzdeki süreçte hem içeride hem dışarda pabucu pahalı gösterecek yeni adımlar atacak ve bunun üzerinden bir seçim zaferi daha kazanmaya çalışacak. Mesele, bunun karşısına sahici bir siyasal stratejiyle çıkıp çıkılmayacağı ve gelinen noktada Türkiye toplumunun da aynı şekilde iktidara pabucun pahalı olduğunu gösterip göstermeyeceği. Sonucu belirleyecek olan şey tam olarak bu olacak.