'Bugün sınıf mücadelesinin örüldüğü mevzilere yakından bakalım. İlk olarak salgın günleri, açık olarak göstermiştir ki hayatı üreten ve devamını sağlayan emektir. Emek, sermayenin görmek istediği gibi bir meta, bir üretim maliyeti değildir. Emek, hayatı üretendir. Sağlık emekçileri, gıda emekçileri, kargo ve lojistik emekçileri olmadan hayatın devam edemeyeceğini deneyimliyoruz.'

Elbette! Bizim istediğimiz de zaten budur

Salgınla baş edebilmenin tek gerçek yolu toplumun “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” örgütlenmesi değil mi? Çabalar, eğilimler buna işaret etmiyor mu? Bir yanda sağlıkçılar, bilim insanları, gıda üretimi yapanlar, kargo ve lojistik hizmetlerini sağlayanlar, yeteneği nedeniyle mevcut krizle en ilgili olanlar… Diğer yanda ise, ihtiyacı olanlar… Sağlığa, yardıma, gelire, bakıma… Marx’ın Gotha Programının Eleştirisi’nde yer alan cümlesi, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre”, bugün toplumları içine düştükleri çaresizlikten kurtarabilecek tek gerçek çaba olarak beliriverdi.

Marx iyicil güçlülerin güçsüzlere yüksek yüreklilikle verdikleri sadakadan bahsetmiyor. Toplum olabilmek için toplumun kendisine, kendi geleceğine sahip çıkmasını mümkün kılacak sürekli bir etkinlikten bahsediyor. Hayatın yeniden üretiminde esas olanın toplumun kendi kendisini sahiplenmesi olduğunu vurguluyor. Büyük onur gerektiren, katılımcıların bireysel katkılarının toplamını haydi haydi aşan bir süreçten bahsediyor.

Yukarıdaki saptamaları akılda tutarak soralım: Salgın sonrası, “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre anlayışı olağanüstü bir döneme aitti” deyip, parası olanın her türlü ayrıcalığa sahip, olmayanın ise yokluğa ve sefalete mahkum olduğu bu düzene devam mı edeceğiz? Yoksa, bugünün insanlığın kurtuluşu olarak gösterdiğine mi sahip çıkacağız? Marx’ın formülünü içeren cümleyi yarınlara taşımak için doğru bir andayız. Deneyimlediğimiz toplumsal çelişkilerin bütün şiddetini görüp, salgın günlerinin derslerini ve birikimlerini sosyalizmin kuruluşuna tanıklık edecek olan yarına taşımalıyız.

Bugün sınıf mücadelesinin örüldüğü mevzilere yakından bakalım. İlk olarak salgın günleri, açık olarak göstermiştir ki hayatı üreten ve devamını sağlayan emektir. Emek, sermayenin görmek istediği gibi bir meta, bir üretim maliyeti değildir. Emek, hayatı üretendir. Sağlık emekçileri, gıda emekçileri, kargo ve lojistik emekçileri olmadan hayatın devam edemeyeceğini deneyimliyoruz. Emekçiler, toplumun genelinde bu zor günlerin kahramanlarıdır. Son yıllarda medya ve ideoloji alanında şiddetin, gericiliğin, görgüsüzlüğün, cahilliğin kaynağı olarak görülen emekçilere değerleri teslim ediliyor. Yetersiz de olsa, çekincelerle de olsa, geçici de olsa teslim ediliyor.

İkinci olarak salgın günleri göstermiştir ki emekçiler ancak kendi öz güçlerine dayanarak süreci değiştirebilir. Onların önemini kısmen ve geçici olarak idrak etmiş kimselerin lütfuyla değil. İtalya’da, ABD’de sağlık, kargo, lojistik ve gıda emekçileri “hayat grevleri” ile çalışma saatlerinde, işçi sağlığında ve ücretlerde kazanımlar sağladı. Ülkemizde Galataport’ta, Limak Holding’e ve TOKİ’ye bağlı bazı şantiyelerde yeterli önlemler alınmadığı için iş bıraktılar. Koronavirüs vakasına rastlanan Gebze, Tuzla ve Antep’te bazı işyerlerinde üretimi durdurdular. Emekçiler kendi taleplerinin arkasında durduklarında mücadele büyüyor. Bugün edinecekleri yegane şey daha iyi çalışma koşulları değildir. Hayatı yaratan olduklarını hiç unutmamalılar. Arkası? Arkası gelir.

Üçüncü olarak salgın günleri kamulaştırmanın, yani toplumu piyasalara karşı savunmanın, en önemli mevzi olduğunu kapitalizmin büyüsü karşısında şaşılaşan gözlerin önüne serdi. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin güvenilmezliğine karşı devlet mülkiyetine geçilmesi siyaseti gündeme geldi. Avrupa’daki örnekler gösteriyor ki, özel hastanelerle değil özel hastanelerin kamulaştırılması ile halk sağlığına yönelik süreç yönetilebiliyor.

Dördüncü olarak, salgın günleri planlamayı gerçek bir gereklilik olarak ortaya koydu. Sağlık hizmetlerinin kimlere nasıl ulaştırılacağı, nerelerde ne kadar yoğun bakım yatağı olduğu, tüm ulusun sağlık altyapısının bir arada ele alınmasının gerekliliği gün ışığına çıktı. Planlama olmadan toplumun sağlığa ulaşması önündeki ciddi engeller görülüyor. Herkes el çabukluğu ile süreci planlamaya çabalıyor.

Sosyal cumhuriyetin dayanışmacı ve kapsayıcı imkanları olmaksızın içinde bulunduğumuz krizin aşılamayacağı, olsa olsa bir sonrakine kadar ertelenebileceği nasıl da belirgin hale geldi. Yıllardır piyasacı düzenlemelerin baskısı altında parçalayıcı toplumsal deneyimler yaşayan halk şirketlerden değil kendi bilim insanlarından aşı bekliyor. Kendi bilim insanlarının açıklamalarını duymak istiyor. Bilimin ışığında toplumu tedavi etmeye çalışan sağlık emekçilerine minnet duyuyor.

Kriz sırasında ortaya çıkan bir diğeri konu ise tam bağımsız ve kendine yeten bir ülke isteğinin son derece maddi temelleri olduğu gerçeğidir. Tarım, gıda ve aşı gibi toplumun kılcal damarlarının başkalarının elinde olmasının, kesik olmasının, ne derece bir bağımlılık yarattığı uzun süredir bu kadar net ortaya çıkmamıştı. Kendi kendine yeten bir ülkenin ne demek olduğunu salgın koşulları gösteriyor.

Ve halk egemenliği. Toplumu bir arada tutacak olanın eğitimde, sağlıkta, barınmada eşitlik olduğunu nasıl da damardan hissediyoruz. Emekçilerin çocukları uzaktan eğitim alabilecek bilgisayara, internete sahip değilken, özel okullarda okuyanlar çok farklı uzaktan eğitim deneyimlerine ulaşıyor. Parası olan test yaptırabiliyor, olmayan yaptıramıyor. Parası olanın tedavi ve iyileşme imkanı varken, yoksul olan ölümü ensesinde hissediyor.

“Evde kal” çağrısı yalnızca evde kalabilecekleri kapsamıyor, kalacak evi olanları da kapsıyor. Sokağa çıkma yasağı öncesi parası olanlar stoklarını yapmış, derin dondurucularını doldurmuşken, günübirlik geliri olanlar gece çaresizce sokaklara çıkıyor. Ne yapacağını bilemeden… Çünkü toplum önlerindeki iki gün boyunca kendilerini güvende hissedebilecekleri imkanları onların önüne koymuyor. Toplumu birarada tutacak olan ve ortak bir hayatı örgütleyecek olan eğitimde, sağlıkta, barınmada, neşede ve acıda ortaklaşmadır. Bu da halk egemenliğidir.

Salgın günlerinde toplumsal çelişkiler bu kadar berraklaşmışken, toplumun gözü önünde apaçık hale gelmişken… Eğitimde, sağlıkta ve hayatın her alanında eşit ve sömürüsüz bir ülke kurmak tüm emekçilerin ve işçi sınıfının hayali haline gelmişken... Bu hayale ve bu hayali gerçekleştirme gücüne sahip çıkalım. Bugünün birikimlerini yarına taşımak ve bu düzeni değiştirmek istediğimiz söylenebilir mi? Elbette! Bizim istediğimiz de zaten budur.