'Kızılay üzerinden ortalığa saçılanlar yirmi yıldır yaşadıklarımızın bir kolajı, bir özeti adeta.'

Elazığ depreminden Maraş depremine Kızılay

24 Ocak 2020’de gerçekleşen Elazığ depreminin üzerinden birkaç gün geçmişken kamuoyunun önüne skandal nitelikte bir belge düşmüş ve Torunlar Grubu’na ait Başkent Doğalgaz A.Ş’nin Ensar Vakfı’na Kızılay üzerinden 8 milyon dolarlık bir “bağış”ta bulunduğu ortaya çıkmıştı.

Kamuoyu Ensar Vakfı’nı Karaman’daki çocuk istismarı hadisesinden biliyordu; Torunlar’ın, Başkent Doğalgaz’ın ve Kızılay’da dönen dolapların keşfi de çok uzun sürmedi. Torunlar Holding’in başındaki Aziz Torun Erdoğan’ın imam-hatip lisesinden arkadaşıydı. Özellikle gıda ve inşaat alanında faaliyet gösteren Torunlar, yoksullara "sadaka devleti” anlayışına uygun bir şekilde yapılan gıda yardımlarının tedarik edildiği şirketlerden biriydi. Yani devlet, hem yardım faaliyetlerini sosyal devlet anlayışının bütünüyle dışında gerçekleştiriyor hem de bu esnada kamu kaynaklarını sermayeye aktarmaya devam ediyordu.

Torunlar Grubu’nun inşaat alanındaki faaliyetlerinden akılda kalan ise İstanbul’da Ali Sami Yen Stadyumu’nun yerine yapılan Torun Center’ın inşaatında ölen 10 işçiydi. 6 Eylül 2014’de inşaatın asansörü 32. kattan yere çakılmış ve 10 işçi yaşamını yitirmişti. Bu iş cinayetinin neticesinde şirketin sahiplerinden ya da yöneticilerinden kimse ceza almadığı gibi şirketin faaliyetlerine de herhangi bir sınırlama getirilmemişti.

Başkent Doğalgaz, 2013’te özelleştirme adı altında yok pahasına Torunlar’a satılmıştı. Dönemin belediye başkanı Gökçek, şirketin yüzde 20 hissesinin belediye kalması zorunluğuna aykırı bir şekilde o hisseleri de Özelleştirme İdaresi’ne devretmişti ve Torunlar bu sayede Başkent Doğalgaz’ın tamamının sahibi olmuştu. Mansur Yavaş başkan seçildikten sonra meseleyi Anayasa Mahkemesi’ne götürdü ama bildiğimiz kadarıyla henüz herhangi bir karar çıkmadı.

Torunlar’a ait Başkent Doğalgaz’ın Kızılay üzerinden Ensar Vakfı’na 8 milyon dolar “bağış” göndermesinde rejime dair her şey vardı: Sadaka devleti, kamu kaynaklarının sermayeye sınırsız bir şekilde aktarımı, inşaat odaklı büyüme modeli, iş cinayetleri, özelleştirme, hukuksuzluk, hepsi…

Elazığ depreminin üzerinden üç yıl geçmişken gerçekleşen Maraş depremlerinden sonra bu sefer Torunlar’ı değil ama bir kez daha ve çok daha yoğunlaşmış bir şekilde Kızılay’ı, Kızılay’ın deprem sonrası yaptıklarını/yapmadıklarını konuşuyoruz ve yine burada da hem rejimin hem de Türkiye’nin sermaye düzeninin karakteristiğine dair her şey var.

Cumhuriyet’ten Murat Ağırel’in belgelediği ve artık herkesin bildiği üzere, devletin ve elbette ki Kızılay’ın da hala ortalıkta görünmediği depremin üçüncü gününde, Kızılay AHBAP’a 46 milyon lira karşılığında 2050 çadır satmakla meşgulmüş. Burada AHBAP’la ilgili de birçok şey söylenebilir ama odaklanılması gereken yer çok net bir şekilde Kızılay, Kızılay yönetimi ve elbette ki AKP rejimidir.

Bu satış vesilesiyle öğrenildiği üzere Kızılay, rejimin doğasına uygun bir şekilde hayırseverlikle piyasacılığı, dernek olmayla şirket olmayı, bağış toplamayla kâr elde etmeyi sentezlemiş, yani dünyada örneğine az rastlanır şekilde bir dernek-şirkete, üstelik devlet bağlantılı bir dernek-şirkete dönüşmüş. Öyle ki Kızılay bir yandan dernek statüsüyle devletten parasal destek alıyor, bağış toplamaya devam ediyor, derneğe yapılan bağışların katlanarak arttığı görülebiliyor; ancak öte yandan aynı dernek altı şirket kuruyor ve holdingleşiyor. Böylece hem çok büyük paralara hükmedilebiliyor hem de denetimden kaçılabiliyor, hem şirket üzerinden kâr dağıtımı yapılabiliyor hem de istenildiği gibi bir istihdam politikası izlenebiliyor.

Kızılay’ın bu halini AKP neoliberalizminin somutlaşması olarak görmek gerekiyor. Hayırseverliğin bile piyasalaştırıldığı, kamusal faaliyet yürütmesi esas olan bir derneğin şirketleştirildiği, karşılıksız yardımın yerine kâr odaklı bir anlayışın ikame edildiği son derece özgün ama AKP rejimini mükemmel olarak özetleyen bir örnekle karşı karşıyayız.

Ve bu özgün örnek, depremin üçüncü günü, stoklarındaki çadırları hızlıca deprem bölgesine nakletmek yerine bir sivil toplum kuruluşuna satıyor, yani ticari faaliyette bulunuyor, yani kâr elde etme, para kazanma güdüsüyle hareket ediyor. Üstelik öğreniyoruz ki Kızılay sadece AHBAP’a değil, bölgeye ilaç yetiştirmek için canhıraş bir şekilde çalışan Türk Eczacılar Birliği’ne ve bazı büyük şirketlere de çadır satışı yapıyor, oralardan gelen parayı da kasasına koyuyor. Bununla da yetinmiyor üstelik, “yok bu kadarı da olmaz” dedirtecek bir şekilde insanların temel gıda malzemesine ulaşamadığı günlerde gıda satışı da yapıyor.

Şirketleşme, piyasa mantığı, kamuculuğun tasfiyesi, kadrolaşma, liyakatsizlik, halk düşmanlığı… Burada da rejimi simgeleyen, sembolize eden her şey var. Kızılay üzerinden ortalığa saçılanlar yirmi yıldır yaşadıklarımızın bir kolajı, bir özeti adeta.

Eğer geride kalan yirmi yılda Türkiye’nin sermaye düzeni inşaatı bir ekonomik model konutu da bir yatırım aracı olarak görmeseydi, barınmayı temel hak olarak gören bir zihniyet memleketi yönetseydi, kentleşme politikaları rant değil insan odaklı bir nitelik taşısaydı, piyasacılığın değil kamuculuğun mantığı iş başında olsaydı, ekonomi toplumcu bir perspektifle planlansaydı, hayatımız piyasanın ve şirketlerin inisiyatifine bırakılmasaydı o kadar insanımız ölmeyecekti.

Bugün bunu gayet iyi biliyoruz ama artık bildiğimiz başka bir şey daha var. Başta Kızılay olmak üzere devlet kurumları depreme rant ve kâr odaklı değil kamucu ve halkçı bir mantıkla hazırlansaydı, liyakatsizlikle değil bilim ve akılla yönetilseydi, aşağıdan yukarıya örgütlü bir toplum bu kurumlarla koordineli bir şekilde anında harekete geçebilseydi deprem sonrası yaralar hızla sarılabilecek, milyonlar çaresizliğin pençesinde böyle kıvranmayacaktı.

Bugün yaşadığımız şey Türkiye’nin sermaye düzeniyle siyasal İslam’ın ölümcül sentezidir ve bu sentezde sermaye iş cinayetlerinden depremlere uzanan bir genişlikte ancak ölülerle birlikte birikebilmektedir. Türkiye’de süreklileşmiş bir “felaket kapitalizmi” vardır, Türkiye süreklileşmiş bir “şok doktrini”yle yönetilmektedir; sermayenin bir vampir misali emeğin kanını içmeye devam edebilmesi için bu bir zaruret olmuştur.

On binlerin ölümüne, milyonların felaketine yol açan bu sentezden ve bu düzenden helalleşerek de milli birlik beraberlik masallarıyla da kurtulamayız. Toplumun ürettiği zenginliğe el koyanlarla, servetlerini bizden çaldıklarıyla yapanlarla, felaketi anında kâr ve ranta çevirenlerle, yıkım politikalarının mimarlarıyla, yani hem bu rejimle hem de Türkiye’nin sermaye düzeniyle kökten ve acilen hesaplaşmaya ihtiyacımız var. Her anlamıyla enkaz altında kalmış bir ülkeyi yeniden ayağa kaldırmanın yolu, ülkeyi o enkazın altında bırakanlarla sahici bir şekilde hesaplaşmaktan geçiyor. Ya hesaplaşacağız ya da o enkazdan hiçbir zaman çıkamayacağız.