Bundan böyle, sermaye hareketlerinin kontrolünü gündemine almayan hiçbir ekonomi politikası uzun soluklu olamayacaktır.

Ekonomide araçlar tükenmekte

Geçen hafta 1 ABD doları 15 TL eşiğini aşınca soL gazete benden bir yorum istemişti. “Enflasyondan sonra döviz kuru da zıvanadan çıktı mı?” başlığı altında yayınlandı. Şimdi okumakta olduğunuz yazının yazıldığı 16 Mayıs Pazartesi öğleden sonra ise 1 doların TL karşılığı 15,65’e kadar çıktı. Geçen hafta zaten 15,50’leri görmüştü ama bu haftaya da çok hızlı başlamış oldu. Neler oluyor? 15’ler platosunda tutunmak da çok kolay olmayacak ve her hafta yeni eşikler mi aşılacak? Bunun mümkün olduğu bir sürece girildiğini “ekonomist” olmayanlar da artık görebiliyor.

Bir kere şunu bıkmadan tekrarlamalıyız: Bir milli paranın değerini rezerv eriterek koruyamazsınız. Döviz-altın rezervlerini eritmek, faiz aracını kullanmaktan imtina etmeyi ikame edemez. “Rezerv”, adı üstünde, sonlu bir birikimdir.  Paranızı korumak için para politikası araçlarını kullanmayacağınızı peşinen ilan ettiyseniz, sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir dalgalı kur rejimindeyseniz, rezerv boyutunuz ne olursa olsun, ne ulusal ne uluslararası piyasaların iştahını tatmin edemezsiniz. (Dünya parasını, yani doları siz basıyorsanız o zaman iş değişir; ama o durumda da rezerve ihtiyacınız olmaz zaten). Rezervleri eritince de daha da araçsız kalmış, milli parayı daha da savunmasız bırakmış olursunuz. Bunu defalarca test ettikleri halde bir türlü anlayamayanlara “Saray ekonomisti” diyorlar.

Türkiye somutuna gelirsek, 2019’dan itibaren 128 milyar dolar rezerv eriterek çeşitli eşik seviyelerde barikat kurmaya çalışan Saray talimatlı TCMB’nin tüm barikatlarının yıkıldığını biliyoruz. Şimdi elde barikat kuracak malzeme de kalmamış durumda. Rezervler eksi 48 milyar dolar düzeyinde. TCMB bir süredir emanet dövizleri arka kapı satışlarıyla müdahale aracı olarak kullanmakta. Bununla sınırlı etkilerde bulunabildi ve bugün artık bu etkilerin de iyice aşındığı ortaya çıkmış oldu. 

Daha önemli etkiler, 20 Aralık 2021’de 18 TL seviyesini gören dolar kurunu aşağıya çekmek için yandan çarklı (aslında tedavülde olmaması gereken) araçlar üzerinden şimdilik sağlandı. Başta KKM olmak üzere, devreye sokulan bu atipik araçlarla parite önce 13’ler sonra 14’ler seviyesinde bir süre mehter takımı yürüyüşünde tutulabildi. Ancak içerde ekonomik göstergeler kötüye gittikçe ve olumlu beklentiler tükendikçe, dışarda da dünya ve ABD ekonomisi düşük büyüme-enflasyon (stagflasyon) kıskacına girdikçe iyimserlikler nadasa girdi.

Kötüye gidiş alametleri

Neydi içerdeki kötüye gidiş alametleri? Birkaç sözcükle ifade edilmek istenseydi, “Enflasyon- Dış açıklar-İç açıklar” biçiminde sıralardım. Enflasyon için Aralık ayına kadar iktidar açısından olumsuz baz etkisi çalışıyor. Geçen yıl Nisan’da %17 olan yıllık TÜFE Kasım 2021’de %21 düzeyindeydi. Geçen yıl 7 ayda yıllık enflasyonda toplam %4 artış olmuşken, şimdilerde her ay neredeyse bunun iki katı artış yaşanıyor. Aylık artışlar yavaşlasa bile, geçen yılın “oldukça” düşük yıllık TÜFE’si üzerine sürekli bindirmeler olacaktır. İktidarın şimdilerde tek umudu Aralık 2021 ile birlikte çift haneli olan (ve izleyen iki ayda süren) yüksek aylık TÜFE’den bu defa olumlu baz etkisi olarak yararlanmak. İyi de o zamana kadar milletin mecali kalıp da bunu alkışlayacak hali olacak mı? Kaldı ki, bu “iyimser” beklenti bile tutmayabilir. Aylık ve yıllık TÜFE ve ÜFE’de artışlar birbirini kovaladıkça, TL’nin değer kaybını önlemek mümkün olmayacak. Bunun kura yansımaması için kullanılan araçlar da artık yetersiz kalacak.

İkincisi, TL’nin değer kaybetmesine rağmen dış ticaret dengesine olumlu yansımıyor. (Bu arada yurtdışı ÜFE esas alındığında TL’nin reel anlamda değer kaybetmiş olduğu da şüphelidir). Çünkü dış ticaret hadleri lehte gelişmiyor: Bir birim ihracat karşılığında yapılabilen ithalat miktarı düşüyor. Dünyada emtia fiyatları artarken milli paranızın değer kaybediyor olması, ithalatı iç piyasa için daha da pahalı hale getiren bir düzenek de cabası. Dolayısıyla dış ticaret açıkları büyüyor. Dış ticaret dışı döviz gelirleriniz de azaldığı için cari açıklar beklenenden hızlı büyüyor.

Üçüncüsü, iç açıklar açıklanan bütçe verilerinin üzerinde genişleme eğiliminde. Sadece kamu kesiminin genel bütçeyi aşan bir genişliği olmasından dolayı değil. Genel bütçede dahi teklif edilen başlangıç açığını çok aşacak gelişmeler yaşanmakta. KKM kapsamında sonuçta yükü Hazine’ye (tüm vergi yükümlülerine) kalan kur farkları işin bir boyutu. Kur farkları dolayısıyla -özellikle şirketler kesiminde- vazgeçilen vergi gelirleri de öngörülmedik gelir kayıpları olarak kaydedilmeli. Öte yandan birkaç yıldır döviz cinsinden iç borçlanma felaketine adım atan iktidarın şimdi de “enflasyona endeksli tahvil ve mevduat” gibi çaresizlik araçlarına bel bağlıyor olması nihayetinde bütçe üzerinde çok ağır potansiyel yükleri hazırlıyor; çünkü bankalara bu enflasyon farkları Hazine tarafından ödenecek. Bütçede KÖİ garantileri için ayrılan başlangıç ödeneğinin de mevcut kur artışları altında çok yetersiz kalacağı da ayrı bir gerçek. 

Yeni döviz kaynağı arayışları, neredeyse her gün olmadık çılgınlıklara girişildiğini gösteriyor. İktidar son olarak Meclis’e getirdiği “Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 655 sayılı KHK’de Değişiklik Yapılması Hakkında (torba) Kanun Teklifi” ile, “şirketlerin bilançolarında yer alan yabancı paralarını bu yılın sonuna kadar TL’ye çevirip en az 3 ay vadeli mevduat veya katılım hesaplarında değerlendirmeleri halinde, vade sonunda elde edecekleri faiz ve kâr payları ile diğer kazançlarından kurumlar vergisi alınmayacağı” hükmünü getiriyor. Bunlar bize hep sıkışmışlığın boyutunu gösteriyor. Ama sıkışmışlık sadece döviz varlıkları bakımından da değil, bütçe olanakları genel olarak daralmış durumda. O nedenle bayram ikramiyelerinde simgesel bir artışa bile gidilemedi. Temmuz’daki enflasyon farkları da iktidarı kara kara düşündürüyor. “Benden sonra tufan” anlayışıyla davranıyorlar ama, seçime kadar işi idare edebilmek dahi zorlaşmış görünüyor.

Kredi genişlemesi politikanın merkezinde

İki konuya daha açıklık getirilmeli. Birincisi politika faizinin indirilmesinin hiçbir etkisi olmadığı yolundaki yüzeysel değerlendirmeler. Gerçi olumsuz etkilerini (kuru ve enflasyonu kışkırtıcı etkilerini) resmi makamlar dışında herkes dillendiriyor. Ama genellikle şu yanlış yorumlarla birlikte: ‘TCMB faizini %14’e indirmek piyasa faizlerini aşağıya çekmedi, hatta Hazine bile %24’lerin altında borçlanamıyor’ türünden değerlendirmeler meselenin esasını ıskalamakta. Çünkü bastırılmış TÜFE verisinin bile %70’i bulduğu ve yükselme eğiliminde olduğu bir ortamda, enflasyonun yarısının bile altında faizlerle ticari kredi faizleri verilebiliyorsa, TCMB’nın faizleri baskılamasının bunda rolü olmadığı söylenebilir mi? Bunun anlamı, yüksek enflasyonist koşullarda inanılmaz bir kredi genişlemesine gidilmesidir; ki bu da enflasyonu ayrıca kışkırtmaktadır. Ama enflasyon kimin umurunda? Her durumda iktidarın değil! İktidarın derdi, tıpkı 2017’de olduğu gibi, kredi genişlemesi üzerinden hormonlu bir büyümeyi kışkırtıp bu seçimleri de atlatabilmek. Elbette koşullar 2017’den artık çok farklı, kenarda döviz rezervleri yok, enflasyon azmış durumda, vs.. Dolayısıyla benzer sonuçlar alınamaz. Ama iktidar, daha önce denediği yoldan başkasını bilmiyor ve çaresizlikle aynı politikaya sarılıyor. Sonu hüsrandır. Bu arada bankaların şimdilik yüksek seyreden kârlarının geri dönmeyen kredilerle nereye evrileceğini izleyen yıllarda göreceğiz…

İkincisi, ‘enflasyona ve kura endeksli olarak yüksek oranlı örtük faizler vermek yerine niçin daha düşük oranlı genel faiz artışları tercih edilmedi’ sorusu da zihinleri işgal ediyor olmalı. Bunun yanıtı aslında bir önceki paragrafta kısmen verilmiş oldu. (Bu, kredi genişlemesini aksatırdı). Ama şunu da ekleyelim: Genel faiz artışı her kesimi etkilerken, özel örtük faiz (kur farkı vs.) artışı sadece varlıklı kesimlere yönelik olmaktadır. Böylece dar bir kesimin döviz talebi denetim altına alınarak kur gibi ekonomik göstergelerin fazla çığrından çıkması önlenebilmektedir. Ayrıca iktidarın sermaye yönlü meşrebiyle uyumlu olduğu gibi genel faiz artışında olduğu kadar iktidarın dinci ideolojisiyle de çatışmamaktadır. Bu örtük faiz uygulamaları geçici kabul edilmekte ve “normale” dönüşün daha kolay olduğu düşünülmektedir.

Sonsöz olarak, artık faiz silahının kullanılmasının da durumu kurtaramayacağı bir duruma gelindiğini saptamak gerekir. Bundan böyle, sermaye hareketlerinin kontrolünü gündemine almayan hiçbir ekonomi politikası uzun soluklu olamayacaktır.