Peki, Agnelli’nin dergisi, ailenin yakın dostu Berlusconi’nin canciğer arkadaşı Recep Bey’e neden operasyon yapıyor?

The Economist ne diyor?

Geçen hafta 4 veya 6 hafta sonra diye yazmıştım. Bu hafta öğrendik ki 14 Mayıs’ta seçim olacakmış. Öyle anlaşılıyor ki, 14 Mayıs’ta yapılacak seçim de seçime giden süreç de hiç kimse için kolay geçmeyecek.

Seçimler Türkiye’de yaşayan 90 milyona yakın bireyi ilgilendirdiği kadar, belki de daha fazla, dünyaya yön verme iddiasındaki iktidar sahiplerini de ilgilendiriyor. Üstelik Türkiye’de yaşayanların seçimin sonuçlarını etkileme olanakları alabildiğine sınırlıyken, “dost ve müttefik” ülkelerin, ittifakların ve aslında bütün bunların ardında yatan uluslararası sermayenin bu konudaki yetenekleri daha geniş.

Türkiye’de 14 Mayıs’ta yapılacak seçimler geçen hafta “The Economist” dergisine konu oldu. Ürkütücü bir grafik içeren kapağı bir yana bırakırsak dergi içeriğinde ilginç unsurlar var. Buna geçmeden “The Economist”i neden önemsediğim hakkında kısaca bilgi vereyim. 

Üniversite yıllarında mesleki İngilizcemi geliştirmek için okumaya başladığım bir dergi. Meslek hayatımın önemli bir kısmında da aboneydim. Emekli olduktan sonra, Akepe’nin müthiş ekonomi tercihlerinin de etkisiyle aboneliğimi sürdürmek uygulanabilir bir seçenek olmaktan çıktı elbette. “The Economist” bir İngiliz dergisi olarak bilinir. Londra merkezlidir. Geçmişte bu doğruydu ama bildiğim kadarıyla artık büyük hissesi Fiat’ın da sahibi olan Agnelli ailesinin bir şirketine ait.  Hani şu dünyaca ünlü Juventus futbol takımının da patronu olan ve Berlusconi ile de pek sıkı fıkı olan aile.

Bu bayrak değişimi derginin ana yönelimini değiştirmedi elbette. Eskiden olduğu gibi bugün de “The Economist” sermaye sınıfının en “zeki” dergisi olma niteliği taşıyor. Bu ne demek? Sermayenin bir sürü yayın organı var. Kimileri koyun gütme amaçlı çalışıyor. Daha açık bir deyişle emekçi sınıfların kafasını bulandırıp dikkatlerini sömürü düzeninden başka yerlere çekmek için faaliyet gösteriyorlar. Yazdıklarını, yaydıklarını eleştirel gözle ve sosyalist bir bilinçle incelerseniz bunu hemen fark ediyorsunuz. Sky TV Grubunu veya The Sun gazetesini ele alırsanız, kısa sürede “aptal yerine konduğunuzu” anlarsınız.

“The Economist” öyle değil zira hedef kitlesi emekçiler değil. Dergide yer alan çözümlemeler sermaye sınıfına yol gösterme konusunda önemli. Sömürü düzenini sürdürmek zorunda olanlara, holding sahiplerine, CEO’lara, onların bağışlarıyla ayakta duran “Düşünce Kuruluşları”na ve elbette hegemon devletlerin yöneticilerine sesleniyor ve Anglo-sakson dünyanın sevdiği deyimle “beyin gıdası” sağlıyor. Çok mu uzattım? Belki ama sabır.

Şunu anımsayalım önce. “The Economist” Akepe’nin iktidara yerleştirilme döneminde önemli işlevler üstlenmişti. O sürecin önemli köşe taşlarından biri olan AB’ne adaylık, müzakerelerin başlaması gibi süreçlerde “Avrupa sağı”nın genel kuşkucu çizgisinden farklı olarak birkaç haftada bir o süreci destekleyen ve Akepe’yi göklere çıkartan çözümlemelere yer verirdi. O sırada kamu diplomasisi kavramını yeni yeni keşfeden Akepe düzeni, özellikle de onun Fethullahçı bileşenleri kendi gündemlerini ilerletmek için bu makaleleri yere göğe sığdıramaz ve tepe tepe kullanırdı. 

Dergide yayınlanan Türkiye konulu yoruma ve özel eke geliyoruz şimdi. “The Economist” özetle Akepe’nin bu seçimleri de kazanması halinde Türkiye’nin dikta rejimine geçişinin tamamlanmış olacağını söylüyor. Bunu yaparken de kısaca değindiği temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasından ziyade sermayenin kutsal ineği olan piyasa tanrısının arzuları hilafına serbest piyasaya yönelik müdahalelerin artmasına, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının ortadan kaldırılmasına dikkat çekiyor ve bunu da Akepe genel başkanının ekonomi danışmanlarının “solcu ve milliyetçi’ olmalarına bağlıyor. Buradan anlıyoruz ki “solcu” danışmanlar ülkedeki 13 kişinin toplam servetinin en yoksul kırkbeş milyonun servetiyle eşit haline gelmesini sağlayacak bir model kurmuşlar. Dergi bunun üzerinde bilinçli olarak duruyor bana kalırsa çünkü hitap ettiği kesim bakımından bu asla aşılmaması gereken bir tür Rubicon ırmağı. 

“The Economist”in bu makalesine Akepe cephesinden gelen tepkiler “operasyon, sömürgeci zihniyet vs” gibi anahtar sözcüklerle özetleyebiliriz. Bir başka deyişle dergi yıllarca övgü yağdırırken değil de eleştirdiğinde “operasyon” yapmış oluyor. Peki, Agnelli’nin dergisi, ailenin yakın dostu Berlusconi’nin canciğer arkadaşı Recep Bey’e neden operasyon yapıyor?

Sorunun tek ve yüzde yüz isabetli bir yanıtını bulmak kolay değil. Olsa olsa, tahminler yürütebiliriz. “The Economist”in uluslararası Sermaye bakımından neye karşılık geldiğini yukarıda açıklamaya çalışmıştık. Dostluk başka, iş başka ve eski dostlar düşman olabiliyor demek ki. 20 yıllık iktidarı boyunca Cumhuriyet’in bütün varlığını nakite çevirip buharlaştıran, toplu sözleşmesiz, grevsiz bir sömürü cenneti yaratan Akepe’ye ne garezi var bu sermayenin? Saray şürekası şimdi dönüp “Gözünüze dizinize dursun, ne istediniz de vermedik?” diye sitem etse yeridir. Ediyorlar da zaten.

Birinci tahminim Akepe tarafından kurulmaya çalışılan rejimin niteliğiyle ilgili. Sermayenin planı emekçilerin üzerindeki  sömürünün maksimize edilmesi bağlamında şu an tıkır tıkır işliyor bile olsa tek kişilik bir yönetimin önemli bir zaafı var. Biyolojik ve giderilemez bir zaaf. İnsan denen organizmanın ömrü sınırlı. Böyle bir sistemin başındaki şu veya bir şekilde devre dışı kaldığında sistemin bekası da tehlikeye giriyor. Akepe rejimi tam da bu tanıma uygun. Erdoğan karizmatik bir siyasi lider ve görebildiğimiz kadarıyla toplumun en az üçte birinin desteğini elde tutuyor. Bununla birlikte kurduğunu iddia ettiği “Başkanlık Sistemi” için bu geçerli değil. Türkiye seçmeni parlamenter sisteme geri dönmek istiyor. Bunun en temel nedeni de “iktidara yakınlık” etkeni. Başkanlık sistemi uzak, iş takibi güç, milletvekili etkisiz ve yetkisiz. Bir tek kişi ne ihsan ederse ona razı olmak zorundasın. Türkiye seçmenin derdi bu olabilir pekâlâ ama uluslararası sermayenin kaygısı bu ideal görünen ama bir türlü kurumsallaşmayan sistemin Erdoğan sonrasında devam ettirilemeyeceği, bir çöküntü yaşayacağı ve ortaya çıkacak kaos sonucunda yerini hiç arzu etmedikleri bir başka düzene, maazallah halkçı, kamucu hatta sosyalist bir düzene bırakacağı olabilir. Bu yüzden de Biden, Sunak, Agnelli vs, Erdoğan’sız ve tek adamsız bir Akepe düzenini arzu ettiklerini dile getiriyorlar belki de “The Economist” aracılığıyla. O düzen de hazır: Ne zamandır düz koşularla kenarda hazırlanan Millet İttifakı.

İkinci tahminim ise uluslararası dengelere dair. Akepe düzeni ve lideri, emperyalist kamptaki bunalımın sağladığı olanaklarla atıldığı “özerk” emperyalizm kalfalığı macerasında Batı açısından pek de istenmeyen bir mecraya doğru gidiyor. Bu yolculuğun, rotanın ne kadarı iradî ne kadarı mecburiyetten tartışılır. Biraz daha açık yazmak gerekirse, benim düşüncem Erdoğan’ın kendi isteğiyle çıktığı bir yolda yokuş aşağı gidişi artık engelleyemediği yönünde. Ben bu oyunu bozarım diye diye başka bir oyunun piyonu olmaya giden bir yolda görünüyor Akepe ve lideri. Batı’ya çekilen her rest, yarattığı kayıplardan dolayı Doğu’ya mecburen verilen bir tavize dönüşmeye başladı sanki. Rol model benimsediği II. Abdülhamit’i bir  yana bırakın, daha çok Mahmut Nedim Paşa’yı anımsayın isterseniz. Uğraştırma bizi şimdi internet aramalarıyla diyorsanız ilgili yazı şurada

Türkiye dünya dengeleri bakımından önemli bir ülke. Kaybının ağır bir bedeli var. Rusya’yla yakınlaşmanın geri dönüşün güç olacağı bir noktaya sürüklenmesi olasılığı Batı için ürkütücü. NATO genişlemesi bağlamında yaşanan krizin özellikle İsveç’le geldiği eşik Washington ve biraderleri bakımından tatsız sonuçlara gebe. İşte bu yüzden de “The Economist” temsil ettiği sınıf adına “haydi Abbas vakit tamam!” diyor olabilir.

Bu köşede çok yazdık, Akepe liderinin ABD, AB gibi başat uluslararası aktörler bakımından uzun yıllardır ideal bir seçenek olduğunu. Görünen o ki, ürünün niteliği, verimi ve özellikle de son kullanma tarihi konusunda kaygılar beliriyor ve çok klişe bir deyişle  kağıtlar yeniden karılıyor. Ya da ben fena halde yanılıyorum.