Durumun apaçık görülebilir oluşu karşısında, düzenin sahipleri ile savunucularının harekete geçmeleri ne şaşırtıcıdır ne de yeni ortaya çıkmış bir olgudur.

Düzen değişecek de hangi düzen?

Bizim ülkemizde düzenin değişeceğini, değişmesi gerektiğini, değişmezse halkımızın sıkıntılardan kurtulamayacağını hemen herkes söylemiştir. Herkes derken abarttığımı sanmıyorum. Sadece solcular değil, sağcılar da söylemiştir; üstelik, söylemeye devam ediyorlar.

Eğer böyleyse, iki olasılıktan söz edilebilir. Birincisi, terminolojik açıdan bakılırsa, bunu düşünenler ve söyleyenler “düzen” sözcüğünün ne anlama geldiğini bilmiyorlar ya da, daha büyük olasılıkla, bilseler de birtakım gerekçelerle işlerine geldiği gibi kullanıyorlar, denebilir. Bu iki olasılığın da ayrı ayrı ve bir ölçüde geçerli olduğunu sanıyorum.

Ama herhalde daha önemlisi, bu sözcüğün ne anlam taşıdığını az çok bilen halkın zaman zaman gösterebileceği ve sonu nereye varacağı pek bilinmez tepkilerinden korkularak atılması planlanan adımlar, alınması düşünülen önlemlerdir. 

Hangi gerekçenin ağır bastığı bir yana, son günlerde bu düzeni değiştireceğiz diyenler, özellikle değişik düzeylerdeki CHP sözcüleri, hemen ardından, “beşli çete düzeni”ne son vereceklerini ekliyorlar. Böylece, insanlar, değiştirileceği vaat edilenin içinde yaşamakta oldukları toplumsal-iktisadi düzen değil, devletten ihale kapmakta dünya şampiyonu olmuş hep aynı beşlinin cirit attığı düzen olduğunu anlamış oluyorlar. Dolayısıyla, beşli çetenin yerine, örnek olsun, elli beşli, yüz elli beşle çete yahut daha kalabalık bir çete gelirse durumumuz düzelebilir diye düşünmekten kendilerini alamıyorlar herhalde. Öyle ya, çete ne kadar kalabalıklaşırsa kendilerinin de onun içine katılma şansı çoğalabilir. Ne diyorlar: “Kıskanma ne olur, çalış senin de olur!” Neden olmasın? Ama her tarafı topu topu beş kişi kapatmışsa, nasıl olabilsin?

Biraz daha ciddileşerek devam edersek, şöyle iki soru sorabiliriz: Düzenin kendisine ya da özüne değilse de çirkinliği artık çok fazla sırıtmaya başlamış bazı öğelerine karşı çıkar görünmek, hatta düpedüz karşı çıkmak kaçınılmazlaşmış, bir zorunluluğa dönüşmüş olabilir mi? Gerçek düzen karşıtlarının halk yığınları üzerindeki etkisi korkutucu düzeylere ulaştığı için böyle bir zorunluluk fark edilmiştir, denebilir mi?

Bu sorulardan ilkine ikirciksiz bir “evet” yanıtı verilmelidir. İkinci soruya aynı kesinlikte bir “evet” yanıtı ise iyimserlikte kantarın topuzunu kaçırmak anlamına gelebilir. “Henüz değil” demek, hem gerçekçi hem de karamsarlığa yol açmayacak bir yanıt olur.

Aslında kurulu düzenin emekçi halkın çıkarlarını gizlenemeyen, ayrıca gizlemeye gerek duyulmayan biçimde yok sayıp ortadan kaldırması, sonuç olarak durumun apaçık görülebilir oluşu karşısında, düzenin sahipleri ile savunucularının harekete geçmeleri ne şaşırtıcıdır ne de yeni ortaya çıkmış bir olgudur. Harekete geçme başlıca iki yolla olur. Biri, zorbalığı artırmaktır; ancak, bu her zaman başvurulabilecek bir yol olmadığı gibi başarılı olma şansı da koşullara göre farklılık gösterir. İkinci bir yol ise suret-i haktan görünmektir; halkın iyiliği için uğraşıldığını, açık seçik ortada olan kötülüklere karşı gerekenlerin yapılacağını abartıdan kaçınmadan yeterli sıklıkta dile getirmektir. Burada önemli olan, püf noktası da diyebiliriz, gizlenemez olmuş kötülüklerin arasından düzenin varlığına ve geleceğine en az zarar verebilecek olanların, mümkünse, herhangi bir zarar vermeyecek olanların öne çıkarılmasıdır. Bunun güncel örneklerinden biri, her türlü atışın serbest ilan edildiği “beşli çete”dir. Böylece, zaman zaman kurulup bozulan öteki çeteler, adlı adınca, topunun birden meydana getirdiği sömürücüler sınıfı gözlerden kaçırılmış olur.

Bu durumun yeni olduğunu, yeni derken, neredeyse iki onyıldır yaşamakta olduğumuz dönemin kendine özgü bir ürünü olduğunu ileri sürmekse, en hafif sözcükle, yanıltıcıdır. Bütün kötülüklerin bu dönemin ürünü olduğunu öne sürmek, düzenin kendisinin aslında o kadar da kötü olmadığını söylemenin Arapçasıdır.

Yeni bir durumla karşı karşıya değiliz demekle şuraya gelmek istiyorum: 27 Mayıs 1960’tan sonraki dönemde sosyalist hareketin ve onun partisi olarak gelişme gösteren TİP’in halk yığınlarının, eski deyimle söyleyelim, ilgisine mazhar olmaya başlaması, düzenin kurucu partisi CHP’nin dikkatini çekmişti. Bunun öylesine bir dikkat değil basbayağı irkilme olduğunu söylemek yerindedir. Böylece, esas olarak bunun sonucunda, bir yandan, yığınlara çok çekici görünen  “sol” kavramlar ile özlemlere bir sınır çizerek düzenin rahatlamasını sağlamak, bir yandan,  başı boş kalan yığınların davulcuya varmasını önlemek için onlara bir kapı açarak hoş görünmek bakımından adım atılmış oluyordu. Bu dediklerim bizim tarafın bakış açısını yansıtıyor. Bunlara benzer değerlendirmeleri hep söyleyip yazmışızdır. Ancak, bizim taraftan olduğu söylenemeyecek bir ismin değerlendirmesine  bakmak yararlı olabilir.

İsmet Paşa’nın en yakınları tarafından 1983’te kurulan İnönü Vakfı’nın sitesinde böyle bir değerlendirme var. Hiçbir biçimde sosyalizm yanlısı sayılamayacak bir tarihçinin imzasını taşıyor. Profesör Şerafettin Turan’ın yazısındaki değerlendirmelerden birini aktarıyorum:        

“CHP’yi bu söylem değişikliğine götüren etkenler arasında özgürlükçü 1961 Anayasası’nın getirdiği ortam içerisinde toplum kesimlerinden gelen isteklerin artarak güç kazanması, üretici ve yoksul kesimlerin sözcülüğünü üstlenen TİP’in toplumda destek bulması ve ABD’nin siyasal ve ekonomik desteğine duyulan güvenin azalması sayılabilir. (…) bundan böyle AP kadar TİP ile de savaşılacağının söylenmesi de etkenlerin nerede olduğunu göstermektedir.”

Bunlar ve benzeri yaklaşımlar, 1965 sonbaharında yapılan ve TİP’in parlamentoda grup kurması ile sonuçlanan genel seçimden önceki aylarda çok dillendirilir olmuş, seçimlerin ardından da CHP’nin tarihsel genel başkanı ağzından “ortanın solu” tanımlama ve sınırlandırması ile yine tarihsel denebilecek bir sonuca ulaştırılmıştır.

Bu kadarla da kalmamıştır. Aynı genel başkanın yetiştirmesi sayılabilecek genel sekreter Ecevit, Demirel başkanlığındaki AP hükümetinin 1968 bütçesini eleştirdiği meclis konuşmasını genişleterek “Bu Düzen Değişmelidir” başlıklı bir kitap yazmış ve yayımlatmıştı. Bu kitap, aradan yarım yüzyıl geçtikten sonra, en azından sloganlaştırılmış başlığıyla, hâlâ CHP’nin hizmetindedir.    

Adı geçen politikacı hakkında açılan bir davadan haberi olanların sayısı azdır, sanıyorum. Kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca, 1996 yılında daha yurda dönmemişken, avukatı aracılığıyla, bu politikacı hakkında Ankara 3. Asliye Ticaret Mahkemesinde bir dava açmıştı. Dava konusu “haksız rekabetin önlenmesi istemi” idi. Birçok gerekçe sıralanarak adı geçenin sol ile bir ilgisinin bulunmadığı, dolayısıyla başında bulunduğu partinin adında sol sözcüğünün kullanılmasının “yanıltıcı olduğu kadar, bir haksız rekabete yol açtığı” ileri sürülüyordu.

Davanın nasıl sonuçlandığını hatırlamıyorum, önemli de değil. Ama adı geçen politikacının üç yıl kadar sonra Bahçeli ile birlikte hükümet kurduğunu ve bunun bugünkünden önceki son hükümet olduğunu hatırlamayan yoktur. Varsa da çok azdır.