Mesela hepimiz zaten duvara karşı gitmiyor muyduk? Kelle koltukta… Olmayacak dualara amin dememiş miydik? Güzel şeyler olmasını isteyip isteyip en sonunda yine hep duvarlara toslamıyor muyduk? Hem ayrıca zaten hepimiz duvara karşı değil miydik? Her tür duvara karşı değil miydik? Hatta ‘another brick in the wall’ olmamak için uğraşıp durmuyor muyduk? Ve hatta ‘O duvarınız var ya o duvarınız, vız gelir bize, vız’ değil miydi?
Başka bir şey yazacaktım, teknik, bilimsel. Elon Musk’ın işte şu beyni çipe, çipi beyne bağlayan şeyi hakkında. Oturdum klavyenin başına, çat düştü önüme: “Birol Ünel yaşamını yitirdi!” diye. Durdum. Durdum ve 10-15 yıl öncesine gitti aklım, zihnim… İster istemez.
“Bazı filmler izlendikçe, bazı karakterler de gidince üzer insanı” demiş bir arkadaşım. Çok doğru. Aynen öyle oldu. Keza film yıllar öncesinde kalmıştı. Ama hikâyesi, karakterleri bir şekilde yaşayıp duruyordu işte, çevremde, aklımda, işimde. Saçma sapan bir duygusallık belki de. Üstümüze üstümüze geldikçe hayat ne kadar zamansız kayıp çıkarsa karşımıza, elimizden kayıp giden zamanı hatırlatıyor, anlatıyor bize. Birol Ünel de öyle oldu. Daha doğrusu Duvara Karşı’nın Cahit’i. Üzdü.
Ne vardı Duvara Karşı’da?
Bir tür yazgı. Hatta yazgı da değil; yazgı gibi işleyen bir tekrar. Kaybetmiş insanlar, imkânsız ve bir daha geri gelmeyecek zamanlar. Kaderini bir türlü değiştiremeyen çırpınışlar. Evet, çırpınışlar. Bir tür tanıdık, bildik savruluş hali. Frene hiç basmaksızın gidilen bir yol, sonunda duvar olduğu bilinen ama hiç bilinmiyormuş gibi yaşanan bir hayat. Hani yaşamın kıyısında gibi. Körlemesine, bodoslama, başını, sonunu düşünmeden.
O dönemlerde, yani filmi izlediğim zamanlarda sanırım bunlar geçmemişti aklımdan. Film daha çok duygusuyla, müzikleriyle ve anlarıyla kalmıştı zihnimde. Mesela “Yine mi Çiçek” sahnesiyle ve masaya serilen örtüsüyle. Birçok insana öyle olmuştu sanırım, film anlattıklarından daha çok oluşturduğu duyguyla kalmıştı geriye. Bir yandan da o dönemlerle özdeşleşmiş bir filmdi Duvara Karşı. AB müzakereleri, liberal umutlar, İstanbul’un yıldızının parlaması, ana akım dışı her şeyin ana akım haline gelmesi vs. vs. Hiç alakamız olmasa bile sanki bizim filmimizdi. Hayatın elimizin arasından kayıp gitmesinin, dağılmanın ve dağıtmanın filmiydi. Sanki…
Tabii ki oluyor insanın hayatında öyle anlar. Mesela gecenin geç bir vaktinde, bomboşken caddeler ve çoktan çekilmişken hayat evlere, koca bir şehirden gaza basa basa kaçıp gitmeyi istemek gibi. Ya da bir köprüden aşağılara bakmak gibi. Kaybolmayı istemek gibi. Yoldan, hayatınızın akıp gittiği yoldan çıkıp ters dönmek, takla atmak ya da duvara toslamak gibi.
Ama hayat bu; tüm gelgitlerin arasında bir denge hali yani. Denge ise sağı solu yamulmuş bir arabanın içinden çıkıp bir çekici çağırmak ya da tamirciye koşmak gibi. Ya da tam köprüdeyken çalan telefonu açmak gibi. Denge orada geri dönüyor işte.
Duvara Karşı’da ise sürekli bir dengede duramama hali vardı. Gidip gidip gelen. Çalkantılı. Durulmayan ve dinmeyen. Hatta bu çalkantı, filmin içine de işlemiş gibiydi. Karakterlerinden müziklerine kadar. Olay Almanya’da geçmesine rağmen Türkiyeli bir filmdi ama aynı zamanda hiç Türkiyeli de değildi. Berlin’de geçiyordu ama buram buram arabesk bir yan vardı içinde. Sanırım o ara Fatih Akın, sırf bu gelgitlerle Almanya sinemasını neredeyse tek başına sırtlanmıştı. Bize de çıkan öykülerle.
Alkol, aşk, büyük iniş çıkışlar, dinmeyen bir fırtına. Sinemanın da edebiyatın da sevdiği konular, karakterler. Melankolik. Dramatik olan ve yaratıcılık için tam da en iyi malzemeyi içiren insanlık hâli değil mi melankoli? Karalar bağlamış bir hâl. Ama zaten Duvara Karşı’daki Cahit’in bir ucu bir kaç yıl sonra Sonbahar’ın Yusuf’una bir diğer ucu da Issız Adam’ın Alper’ine çıkacaktı. Kaybeden, şaşkın ama umursamaz, kendi aurası olan ve cezbedici. İster istemez tutulduğunuz. Saçma sapan bir biçimde. Cahit bunlardan daha fazlasıydı belki. Otobüsün camına yaslayıp başını, öylece tek başına gidebilendi de.
Öte yandan Duvara Karşı’nın bir tek bireysel hayatlarımıza değil kolektif hayatımıza da ses veren bir yanı vardı. Mesela hepimiz zaten duvara karşı gitmiyor muyduk? Kelle koltukta… Olmayacak dualara amin dememiş miydik? Güzel şeyler olmasını isteyip isteyip en sonunda yine hep duvarlara toslamıyor muyduk? Hem ayrıca zaten hepimiz duvara karşı değil miydik? Her tür duvara karşı değil miydik? Hatta “another brick in the wall” olmamak için uğraşıp durmuyor muyduk? Ve hatta “O duvarınız var ya o duvarınız, vız gelir bize, vız” değil miydi? İşte Duvara Karşı tüm bunlarla bir biçimde ilişkili gibi dikilmişti o dönemde karşımıza. Doğrudan alâkalı olmasa da.
Şimdi biraz daha farkediyorum ki Duvara Karşı aynı zamanda bir psikiyatri filmi. Her şeyiyle. Filmi o dönemde izlerken bir psikiyatri asistanı olarak bunu çok da umursamamışım. Psikiyatrik yanını yani. Daha çok bir insanlık hâli, yakından bildiğim bir arkadaşın hayatı gibi izlemişim filmi. Ve tabii ki unutmuşum Cahit’in psikiyatrist ile olan görüşme sahnesini. Dün ölüm haberinin ardından denk geldim. Hatırladım biraz. Psikiyatri açısından oldukça güzel bir sahneymiş meğersem.
Şöyle diyor o zamanlar hiç dikkatimi çekmeyen şimdi ise beni gülümseten psikiyatrist: “Dünyayı değiştiremiyorsan kendini değiştir!” Görkemli bir laf. Büyük ve boş! O zamanlar üstünde bile durmamışım.
Şimdi ise Cahit’i ve hayatın Cahit yanını yeniden düşünürken soruyorum kendime: Ya kendini de değiştiremiyorsan?
Olur mu öyle şey! O zaman işte zaman değiştiriyor insanı. Dünya değişmese de kişi değişmese de zaman değiştiriyor.
Ve gemi gidiyor.
İşte böyle, Cahit.
Hoşçakal.