Pisarev’in söylediğine dönersek, “düş ile yaşam bir şekilde çakıştığı sürece, her şey yolunda demektir.” 

Düşlerden gerçekliğe

Bu yazı biraz tuhaf gelebilir; en başta açığa vurmasam öyle olmayabilirdi, pek bilen çıkmazdı çünkü. Ama yazınca anlaşılacak  ve okuyanların hiç değilse bir bölümünde belki de  tuhaf sözcüğü yerine daha uygununu bulmayı gerektiren  bir izlenim doğacak.

Bu kez, hâlâ doğru, üstelik de güncel olduğunu düşündüğüm için çok eski bir yazıyı yeniden kurgulamaya çalışacağım. Ne kadar eski bir yazı olduğunu da belirteyim ki, okumaya niyetlenenler zaten okumuşuzdur diye hemen vazgeçmesinler. Bunu okurların ezici çoğunluğunun o yazıyı zamanında okumuş olmak için yaşlarının, sonradan bulup okumak için de imkânlarının yetmeyeceği varsayımı ile yazıyorum. Bizim Yürüyüş dergimizin 20 Haziran  1978 tarihli sayısında yayımlanmıştı şimdi yeniden kurgulamaya niyetlendiğim bu yazı. Yayımlanmış ve başka birkaç yazımla birlikte başıma iş açmıştı. Nasıl bir iş açtığını burada anlatmam doğru olmaz. Artık yaşamayan arkadaşlarım vardı olayın içinde, onların hatırı ve anıları var. Büyük olasılıkla benim yanlış yaptığımı söylemek isteyeceklerdir; ama, ne yazık, söyleme şansları kalmamıştır. 

***

Hayal kurmak, hayalcilik, hayalperestlik, hayal peşinde koşmak… Bunlar hep uzak durulması gereken eylemler, özellikler olarak söylenir; böyle olanların, böyle davrananların iflah olmayacakları ileri sürülür; bu tür davranışlar gösterenler ağır eleştirilerle karşı karşıya bırakılır, sık sık da alaya alınır, hatta suçlanırlar. Sözgelimi, hayalperestlik, oldukça ciddi bir suçlama sayılır; kimse böyle bir niteleme ile karşı karşıya kalmak istemez. Sonuç olarak, insanlar bu sözlerde anlatımını bulan davranışlardan, tutumlardan kaçınmak gereğini duyarlar.

Solcular, biraz daraltırsak, devrimci solcular, sosyalistler, Marksistler arasında düşlemenin, hayal kurmanın kötülüğü konusundaki zaman zaman çok abartılmış inancın bir kökeni de şu olabilir: Marx ile Engels’in kendi dünya görüşlerini, düşünce sistemlerini geliştirirken eleştirdikleri, karşılarına aldıkları siyasi muarızlar arasında, daha sonraları kendilerininkine “bilimsel” derken onlara “ütopyacı” ya da “ütopik” dedikleri sosyalistler vardı. Bu söz onların en önemlilerinden olan Sir Thomas More’un 1516 tarihli Utopia adlı eserinden geliyordu. Sözcüğün hayal ile doğrudan bir ilgisi yoktu; olmayan ülke, bence daha uygun Türkçesiyle, yokülke demekti. O adın verildiği bir ada ülkesinde toplumun örgütlenmesi ve işleyişi nasıl olursa insanlığın yaşadığı sorunlar çözülür, kötülüklerin yerini iyilikler alır, diye özetlenebilecek konular üzerinde kafa yoruluyordu.

“Bilimsel sosyalizm”in kurucularının bilimsel ve ütopyacı biçimindeki farklılaştırmalarından çok sonra, Lenin’in Marksizm’in kaynaklarını incelediği bir makalesi yayımlandı. Bolşeviklerin yasal bir yayın organı olan ve dilimizdeki karşılığıyla “Aydınlanma” adını taşıyan aylık dergisinin  Marx’ın otuzuncu ölüm yıldönümüne adanmış sayısında, 1913 yılında ilk kez basılan bu makalede şöyle deniyordu: “Feodalizm yıkıldığında ve Tanrı’nın yeryüzünde ‘özgür’ kapitalist toplum ortaya çıktığında, hemen görüldü ki, bu özgürlük yeni bir baskı ve çalışanların sömürülmesi sistemi anlamına geliyordu. Hemen bu baskının bir yansıması ve bir protesto olarak çeşitli sosyalist öğretiler ortaya çıkmaya başladı. Ama ilk sosyalizm ütopyacı sosyalizmdi. Kapitalist toplumu eleştirdi, kınadı ve lanetledi, onun yıkılış düşlerini kurdu, daha iyi bir düzen düşlerine kapıldı ve zenginleri sömürünün ahlak dışılığına inandırmaya çabaladı. Ama ütopyacı sosyalizm gerçek çıkış yolunu gösteremedi.”

Sözü şuraya getirmekte bir sakınca olmasa gerek: Az önce değindiğim açıkça vurgulanmış farklılık yüzünden  ütopyacı sosyalizm eğilimlerinden uzak durma kaygısının yanı sıra, bu terimin sık sık “hayalci sosyalizm” olarak dilimize çevrilişinin de aynı yönde bir etkisi olmuştur. Bunu düşünmek mümkün. Biraz daha kabalaştırılarak şöyle de yazılabilir: Biz bilimsel sosyalistiz, onu savunuyoruz. Dolayısıyla, hayal kurmak bize değil, farkımızı belirttiğimiz öteki, “hayalci” sosyalizm eğilimlerine yakışır.

Oysa, böyle bir yaklaşım yanlıştır. Fazla uzatmadan, bu hayal kurma işinin gerekliliğini en çarpıcı biçimde savunan metinlerden birine başvurabiliriz.

Lenin en çok okunmuş ve etkili olmuş eserlerinden biri denebilecek  Ne Yapmalı?’nın sonlarına doğru, bütün Rusya çapında on binlerce nüshası dağıtılan, düzenli, haftalık  bir gazete kurup örgütlenme önerisinin gerçekleştirilmesi durumunda sağlanabileceklere ilişkin düşler kurmak gerektiğini yazdıktan sonra, bu düş görme sözüne karşı parti içinden ve çevrelerinden gelebilecek tepkilerden ürktüğünü alaycı bir dille belirtir ve kendisine sığınacak bir yer arar. Bulduğu yer, nihilist ve devrimci bir yazar olan, 28 yaşına gelmeden hayatını kaybetmiş, Krupskaya’nın “Lenin’in kuşağını etkilemiş yazarlar” arasında saydığı Dmitriy Pisarev’in bir makalesidir. Artık özgün dilinden yapılmış çeviriyi kullanma şansımız var; Barış Zeren’in yaptığı ve Yazılama Yayınevi’nin bastığı çevirinin 171. sayfasından aktarıyorum: 

“Düşlerim olayların doğal akışı önünden gidebilir ya da doğal akışın hiçbir şekilde uğramayacağı bir yana düşebilir. İlk durumda düşlemek en ufak bir kötülük getirmez; hatta emek gösteren insanın enerjisini destekleyip pekiştirebilir… Böyle düşlerde, çalışma kuvvetini boşa çıkaracak ya da felç edecek hiçbir unsur yoktur. Hatta tam tersine. İnsan böyle düşler kurma vasfından yoksun olsa, ara sıra öne geçerek henüz yeni başladığı yapıtın tam, bitmiş bir resmini imgeleminde canlandıramasa, insanı, sanatta, bilimde ve pratik yaşamda uzun erimli, zahmetli çalışmalara girişmeye, bunları bitirmeye teşvik edecek herhangi bir neden gerçekten göremiyorum… Düş kuran kişi düşüne ciddiyetle inanıyorsa, yaşamı dikkatle izleyip gözlemlerini göğe kurduğu kalelerle karşılaştırıyor, kurgularını gerçekleştirmek için içtenlikle çalışıyorsa, düşün gerçeklikten uzaklaşmasının en ufak bir kötülüğü yoktur. Düş ile yaşam bir şekilde çakıştığı sürece, her şey yolunda demektir.”

***

Genel olarak emek sürecinde insanın imgeleminin, başka bir söyleyişle hayalgücünün, payına ilişkin olarak Marx’ın bana hep olağanüstü görünmüş bir paragrafı vardır. Kapital’in birinci cildinde, mutlak artı değer üretiminin çözümlenişine girilirken, emek sürecinin insana özgü niteliği ve işleyişi üzerine, öylece, geçerken dillendirilmiştir sanki. Ama birçok bakımdan son derece ufuk açıcıdır ya da bana öyle gelmiştir. Bu yüzden, özellikle onun bir bölümüne, bazen yersiz karşılanabileceğine bile pek aldırış etmeden,  birçok kez sözünü ederek, gerektiğinde aktararak dikkat çekmişimdir. Şimdiyse aynı aktarmayı yapmakta bir yersizlik görmüyorum:

“Emeği insana özgü bir biçimde düşünüyoruz. Örümcek dokumacınınkine benzer bir iş yapar; arı ise peteğini yaparken gösterdiği ustalıkla birçok mimarı utandırır. Ama en kötü mimarı en iyi arıdan ayıran şey, mimarın yapısını gerçekten kurmadan önce imgeleminde yükseltmiş olmasıdır. Her çalışma sürecinin sonunda, emekçinin imgeleminde sürecin başlangıcında var olan bir sonuç elde edilir. Emekçi, sadece üzerinde çalıştığı nesnelerde bir biçim değişikliği yapmakla kalmaz, aynı zamanda çalışma tarzını düzenleyen ve iradesini ona bağımlı kılması gereken kendi amacını gerçekleştirir.”

Kendimize ve içlerinde bulunduğumuz emekçi insanlara söz verdiğimiz yeni dünyayı kurmak, onun üç aşağı beş yukarı kurulmuş halini imgelemimizde oluşturmadan nasıl mümkün olsun, ya da o kurguları yapabilecek durumdayken, neden bundan uzak duralım? Pisarev’in söylediğine dönersek, “düş ile yaşam bir şekilde çakıştığı sürece, her şey yolunda demektir.”