Hani şimdi “Düş Değil” in son öyküsü, başka bir zamanda “mümkün mü?” sorusunun sürprizi yanıtında saklıdır.

Düş Değil

Orhan Kemal’in “Uyku” öyküsünün geçtiği madeni eşya fabrikası ve bu fabrikada çalışan yüz elli amelenin seksen dördünden biri olan Çocuk Sami’nin cehennem gibi yanan fabrikada gece mesaisine kaldığında “hela” köşesinde uyuyuvermesi, çocuk işçilik mevzusu ne zaman geçse gelir zihnime çöreklenir. Bir bıçak gibi saplanan bu öykü, nedendir bilmem Orhan Kemal’in insana, çocuğa ve insanın insanı sömürdüğü sisteme billurlaşmış bakışıdır.

“— Bana bakın! diye bağırdı, öğleden sonra iş var… Sabaha kadar çalışacağız belki de… İsteyen gidebilir, kalan çift yevmiye alacak… İsteyen gider, dedim, zorla değil…

Atölyeye bir sessizlik çöktü. Sonra mırıltılar, fiskoslar başladı, arkasından da baba Ferhat’ın eğe sesi.

Onuncu presin işçisi çocuk Sami, etrafına bakındı, yutkundu, gözlerini ovaladı… Öyle canı sıkılmıştı ki… “Gitsem mi?” diye aklından geçirdi, sonra caydı… Ustabaşı aksidir, Sami işi bırakır giderse, Ustabaşı bir daha fabrikaya adım attırmaz onu. Fabrikanın ameleye ihtiyacı yok ki, kapının önü kendi kadar çocuklarla dolu. Saat ücretlerinin düşmesine sebep hep bu aylak çocuklar…”

Şüphesiz ki bu satırlarla karşılaşan bazı okurların serzenişlerini duyar gibiyim. Şöyle derler muhtemelen “Canım Orhan Kemal mi kaldı? Orhan Kemal öyküsündeki mevzular artık geçmişte unutuldu gitti. Hâlâ Orhan Kemal güzellemesi ile bugünün öyküsü üzerine yazmak niye?”

Oysa bugünün içinde geçmişin izleri, devrettiği miras, düşünme kodlarımıza yapışmış gelenek ve geleneğin gelecekle, yeniyle buluştuğu yerde umut var. Üstelik sömürü ilişkileri sonlandı mı ki? Çocuk işçiler, Çocuk Samiler, Çocuk Sevgiler yok mu? Sözgelimi MEB’in istatistiklerine göre ilkokulda 195 bin, ortaokulda 298 bin ve lisede 373 bin olmak üzere toplamda 866 bin kız çocuğu okula gidemiyor.

Lütfen dikkat buyurunuz.

Bu rakamların arasında size bembeyaz dişleriyle gülümseyen ya da salya sümük doyuramadığı karnı için ağlayan ya da daha oyun yaşında evlenmeye zorlanan çocuklar var. Toplumsal koşullar onlar için farklı olsa idi her birinin hayatları bambaşka yani olması gerektiği gibi olabilirdi. İçlerindeki gizil güç maddi koşulların dönüştürülmesi ile ortaya çıkabilir ve başarılarını alkışlıyor olabilirdik. Kaderin oyunu mu bu? Yoksa düpedüz her bir yurttaşına fırsat eşitliği sağlama konusunda sınıfta kalmış, insanın insanı sömürmesinden temellenen, kapitalizm yandaşlarının yalnızca istatistiki veriler çerçevesinde okudukları yiten hayatlar mı?

Ama bu çocuklar okula gidemiyor.

Tıpkı Falay’ın “Abdullah”ı gibi. “Ortadoğu kanlı macerasına yönelik imza çalışmasında imza atmak isteyen on iki on üç yaşındaki Abdullah, tıpkı Çocuk Sami’nin yaşında değil mi? Örneğin Abdullah, Behrengi’nin “Küçük Kara Balık”ını ya da “Bir Şeftali Bin Şeftali”sini okuyabileceği bir evde doğsaydı, özel okullara gitseydi nasıl bir hayatı olurdu? Aynı Abdullah olur muydu?

Ne diyeceğiz? Bunlardan söz etmek gerilerde kaldı? Kız çocukları okumasalar da olur mu diyeceğiz? Yazılarımda çağrışımların peşinden gitmeyi seviyorum. Emre Falay’ın “Düş Değil” ini okurken ilk önce Orhan Kemal öykücülüğü ve “Uyku”su düştü aklıma. Olay öyküsünün peşinden seyirtirken bir devrimci kavrayışın içinden süzülüp gelmiş Falay. Öykücülüğümüzün köşe taşlarının yolunda “edebiyatın dışına itilmiş özneleri edebiyatın içine yeniden davet etmeye” çalışıyor ve bunu başarıyla yapıyor.

Zeynep’in Salih’le yaşadığı yarı bodrum dairesinde, Zeynep’in kaygıları, yoksulluk ve mutsuzlukla başlıyor kitap. Köşede duran bir gazeteden fırlayan, yazarın seçerek okuruna yansıttığı haberler ile kurmaca gerçekliğinde örülen öykü kişileri yan yana yol alıyorlar.

Ulaşımın bir çile olduğu emekçi mahallelerinden doğru tıklım tıklım dolmuş, ağır bir kokunun eşlik ettiği otobüs yolculuğu bir nevi simgesellik kazanıyor adeta.

Bu otobüs nereye?

“Uykuya yenik gözkapakları birkaç saniyeliğine hafifçe aralandı. Otobüs, tüm gövdesiyle şöyle bir kıpırdandı. Yüzler çabucak aynı ifadesizliği takındı. İçeride iğne atsan yere düşmez, ama şoförle biletçinin sesi her durakta aynı:

    - İlerleyelim beyler!”

Nasıl ilerlenecek?

Falay sözünü ettiği henüz öykülerinde ise yer vermediği bir otobüs dolusu insandan seçtiklerinin hayatına tanıklık ettiriyor okuyucusuna. Önce tatsız tuzsuz bir tanıklıkmış gibi insanı duraksatan bu yolculuk, sayfalar çevrildikçe tutkulu bir meraka ve yaşadığımız  “şu günler” den umut devşirme macerasına dönüşüyor. Duru bir dil, akıcı bir anlatım, sağlam bir gerçeklik kavrayışı ve derinlikli karakter inşası ile her bir kısa öyküde konukluk ettiğimiz öykü kahramanları kimi zaman geçmişimizdeki bir ânı anımsatıyor, kimi zaman da koşuşturmacayla geçen hayatımızın derinleşen, anlam yüklü parçalarını serinkanlılıkla idrak etmemize olanak sağlıyor.

“Yarım Kalan” neler oldu örneğin, tamamına ermeyen ne yollar ilk sapakta yitip gitti? Bugün “eylem” yapmak nasıl bir duygu bırakır bizde? Devrimci olmak nasıl bir histir örneğin? Tereddüt yaşamak, kırıklıklar içinde çatallanmak? “Bir elim gelecekte, bir elim sende” diyen şair kimdir?

Gelecek nasıl hayal edilmektedir?

Hani şimdi Cumhuriyetin yüze bir kalmış yeni yaşı kutlanır. Hani şimdi Ekim Devrimi’nin muazzam heyecanlı, düşten gerçeğe dönmüş işçi devleti akla gelir. Hani şimdi “Düş Değil” in son öyküsü, başka bir zamanda “mümkün mü?” sorusunun sürprizi yanıtında saklıdır.

Bir ilk kitap olarak usta işi öyküler yazmış Emre Falay. Soluğu gür, kalemi sağlam, öyküsü ve okuru bol olsun.