Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor.
Değişmediği zaman var mıydı ki? Evet ama bir süredir iktisadi, siyasi ve askeri güç dengelerinin yeniden şekillenmesi hızlanmış görünüyor. Hegemonya mücadelesi hegemonya çatışmasına doğru evriliyor. Batı emperyalizmi (Japonya ve G. Kore vb. dâhil), yeni hegemon adayını daha fazla güçlenmeden, daha doğrusu ekonomik ve askeri üstünlüğünü iyice pekiştirmeden baskılamak amacında. Biden veya Trump olmuş, hatta şimdi Biden’ın yerine yeni bir aday gelecekmiş fark etmeyecek. Belki Trump’ın Rusya yerine Çin’e biraz daha fazla yüklenmesi beklenebilir.
Sonuç gene de çok değişmez; çünkü sermayenin düzenini sürdürmesi için halkları birbirine düşürme ihtiyacı yeniden büyüme eğiliminde. Bu kadar eşitsizlik üreten, gelir ve servet dağılımını bu denli bozan, kamusal varlıkları bu derecede talan eden, toplumsal hizmet üretme sorumluluğundan kaçınarak sürekli piyasayı yani sermayeyi ihya eden, çevreyi bu denli tahrip eden, ahlaki meşruiyet sorunları giderek büyüyen bir sistem, ancak ulusal ve uluslararası düzlemde çatışma ortamını ve sosyal zorlama dozunu arttırarak ayakta kalabilir. Bu sosyal zorlamalar, uluslararası düzlemde hukuki, siyasi, iktisadi ve özellikle askeri araçların emperyalizmin emrinde fütursuzca kullanımını, hatta çeşitli kışkırtmaları içerebilir.
Bu denli eşitsizlik üreten ve silahlanmaya bu derece yığınak yapan bir sistemin ve özellikle bu eşitsizlikten semiren ve silahlanma yarışından beslenen tarafının olayların edilgen seyircisi konumunda kalmayacağı açık olmalıdır. Elbette bu dramatik savaş kışkırtıcılığının kapitalizmin emperyalizm aşamasında ayrı bir niteliği ve anlamı var. Ama yöntemin kendisi kapitalizmden çok daha eski. Antik Roma’da, üstelik imparatorluk döneminin bile yüzyıl öncesinden başlayarak, “iltizam kumpanyaları” Roma devletini savaşa sürüklemek için önemli baskı unsurlarıydı. Çünkü yeni vergi toplama imtiyazları (iltizam alanları) elde edebilmek için yeni fetih alanlarına ihtiyaç vardı ve dönemin hâkim sınıfıyla ilişkili bu fırsatçı kumpanyalar fetih/savaş körükleyicisi olarak çalışırlardı. Yani şimdiki silah/petrol tekellerinin oynadığı rolü oynamış olurlardı. Elbette bu benzetmeyi kapitalist birikim modelinin tüm nicel/nitel farklılıklarını göz önünde bulundurarak yaptığımızı, eğer gerekliyse, vurgulamış olalım.
Uluslararası savaş örgütü NATO, Atlantik Anlaşmasının coğrafi sınırlarını aşarak Ortadoğu ve özellikle Batı Pasifik bölgesini ve giderek tüm dünyayı kapsamak ve böylece hegemonyası gerileyen ABD’nin dünya çapında müdahale aracına dönüşmek üzere yeniden yapılandırılmaktadır. 1982’ye kadar 16 üyesi olan NATO, Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra görünürdeki işlevini yitirmiş olması gerekirken 1999-2024 arasında çoğu eski Sosyalist blok ülkelerinden oluşan yeni 16 ülkeyi daha saflarına katarak 32 üyeye ulaşmış durumdadır. Ukrayna savaşını fırsat bilerek AB ülkelerini de daha NATO’cu bir çizgiye sürüklemiştir. Ancak 32 ülkenin de ABD’nin kuyruğuna takılması olasılığı o kadar yüksek değildir. Yeni savaş kışkırtıcılıklarının bir nedeni de bu kararsızlıkların aşılmasını ve NATO etrafında kayıtsız şartsız kenetlenilmesini sağlamak olabilecektir.
Türkiye’nin siyaseten ve iktisaden sıkışmış ilkesiz iktidar yapısının bu durumda çok güven vermediğini belirtmek gerekir. Ama Türkiye’nin coğrafi/siyasi koşulları şimdiye kadar belirli dengelerin korunmasını mümkün kılmıştır. Bakalım bundan sonrasında halkın “sol duyusu” iktidarın maceracı konumlanmalara girmesini durdurabilecek mi? Bunun başarılabilmesi, bundan böyle eylemli bir kitlesel halk tepkisinin örgütlenmesiyle sağlanabilir gözüküyor. Türkiye, soğuk savaş döneminden çok daha bilinçli kitlelere ve çok daha örgütlü bir barış hareketine ihtiyaç duyuyor.
Fransa ve Türkiye’de vergi tartışmaları
Fransa’da Yeni Halk Cephesi (NFP) hareketinin çok kısa zamanda örgütlenerek seçimlerde ilk sırayı alması kuşkusuz önemsiz bir olay değildi. Gerçi şu sıralarda konuşulan Macron’lu koalisyon seçenekleri bu hareketi sermaye eksenine daha fazla çekebilecek görünüyor. Bu kozmopolit “Cephe” tek başına hükümeti kurabilecek çoğunluğa ulaşabilseydi bile, Fransa’nın dış bağlantılarını ve özellikle de NATO eksenli yönelişini tersine çevirebilecek bir potansiyeli içinde taşımadığı belliydi.
Bununla birlikte, NFP’nin ekonomik ve sosyal programının vergilemeye ilişkin önerilerinin Türkiye’de “sosyal demokrasicilik” oynayan siyasal hareket açısından ağıza bile alınamayacak türden olduğunun alını çizmek gerekir. NFP, şu an beş dilimli olan vergi tarifesini 14 dilime çıkarmayı ve marjinal vergi oranlarını yüzde 1’den başlatıp yüzde 90’a kadar çıkarmayı önerebildi. Tamam Fransa’da da uygulama olanağı bulamayacaktır bu öneri, ama hiç olmazsa ortak reform paketine eklenebiliyor. Türkiye’deki mevcut gelir vergisi tarifesi de 5 dilimli olup yüzde 15’ten başlayan ve yüzde 40’ta sonlanan son derece basık bir sermaye-yanlı tarifedir. Üstelik dilim aralıkları dar tutulduğundan, ücretliler yılın ilk yarısında ikinci dilime, birçoğu da yılın ikinci yarısında üçüncü ve dördüncü dilime ve orana dâhil olmaktadır. Bu nedenle de Türkiye’de sözde artan oranlı olan gelir vergisinin yüzde 80’den fazlası GSYH’nin yüzde 30’u alabilen ücretlilere ödetilmektedir.
Bu tarifeye ilişkin olarak DİSK’in dilimlerin genişletilmesi ve ilk oranın ücretliler için yüzde 10’dan başlatılması dışında düzen partilerinin pek öneri geliştirdiği görülmemiştir. Örneğin, en üst oranın hiç olmazsa yüzde 60’a çıkarılmasını önermeye cesaret edebilecek bir anamuhalefet partisi görebilir miyiz? Bence göremeyiz. Çünkü o zaman sermaye örgütlerinin yoğun saldırılarına maruz kalacağını bilir ve bunu göze alamaz; her sınıfı birden idare etmeyi politika sananlar, köklü vergi reformu bile öneremezler. Kaldı ki, sermayeyi vergilendirmek için gelir vergisi tarifesini dik artan oranlı yapmak da yeterli olmazdı. Çünkü birçok sermaye geliri Özal döneminden beri artan oranlı tarifeye sokulmadan kendi “sedülünde” düşük bir stopaj oranıyla vergilendirilir. Dolayısıyla, sistemin bütününe el atmayan perakende çözüm olanağı artık yoktur.
Bu sırada Türkiye’de de görüşülen bir vergi paketi teklifi var. Komisyondan Şimşek olmadan şimşek hızıyla geçti bile. Paket epey budanarak Meclis’e gelmişti. Çünkü adettendir, bu tür teklifleri önce sermaye görür ve kırmızı kalemi elindedir. Vergi paketinden gelir beklentisi 226 milyar TL’den 150 milyar düzeylerine gerilemiş vaziyette. Bunun da 110 milyarının “küresel asgari kurumlar vergisi” (40 milyar) ve “yurtiçi asgari kurumlar vergisi” (70 milyar) üzerinden sağlanması bekleniyor. Buradan bakılarak bu paketin sermayeyi vergilendirdiği söylenebilir mi? Söyleyenler var elbette. Bu bir “yersen” durumu. Çünkü kurumlar vergisine yapılan bu eklentilerin büyük sermaye çevrelerini asla rahatsız etmediği (etse zaten önceden ayıklanırdı!), hatta tam tersine bu çevrelerce de desteklendiği bilinmeli. Küresel tekellerin asgari bir kurumlar vergisi (KV) ödemesi, büyük sermaye açısından vergi rekabeti eşitliği olarak algılanır; dolayısıyla bu önerinin bizzat bu çevrelerden gelmiş olması şaşırtıcı olmaz. Öte yandan Türkiye’de KV yükümlüsü yarım milyondan fazla şirket zarar beyan ederek vergi ödememektedir. Bunların fiilen hiç olmazsa yüzde 1-3 bandında vergi ödeyicisi olmalarını büyük sermaye neden istemesin ki? Yeter ki, kendisinin 1,5 trilyon TL’yi aşan ve yılsonunda muhtemelen 2 trilyonu dahi aşabilecek olan vergi istisna ve muafiyetlerine dokunulmasın. Sermayenin sadece KV istisna ve muafiyetleri 650 milyar TL’yi aşarken, bunlara hiç dokunmadan getirilen 70 milyarlık “yurtiçi asgari KV” neden rahatsız edici olsun ki?
Vergileme alanı, sınıfsal güç dengelerinin en fazla billurlaştığı alandır. Dolayısıyla, sınıfsal bir kol güreşini gerektirir. Emekçi sınıfların öncelikle bunun bilincine varması gerekir.