'İyi niyet taşları, köylü kurnazlığı, kestirmecilik, olsun ama yetmez tüccarlığı… Her şey bağlantılı… Kurdu kuşu, post moderni, yetmez ama evetçisi, sanatta star sistemi, eleştirmeni, ödülleri…'

Dünya Ağrısı

Kalp sıkışması, yürek burulması, umut kırılması… Daha sayayım mı? Bir film ve bir roman üzerine yazacağım. Sözünü ettiğim sıkışma, burulma, kırılma ülke gündemiyle, üstümüze çöreklenen seçim heyulasıyla alakalı değil. Öte yandan Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı” romanını okuduktan ve Ziya Demirel’in “Ela ile Hilmi ve Ali” sinema filmini izledikten sonra bir kez daha “Her şey birbiri ile alakalı her şey” repliğini durdurulamaz bir şekilde söylemek istiyorum. Başka bir versiyonu ise “Her şey sinirsel her şey” biçiminde olabilir tabi ki.  

Unutmadan asıl sorunum, bu denemenin asıl derdi, en büyüğünden en kocamanından  “Ne olacak bu sanatın hâli?” sorusu. 

Bilemiyorum, memleket doludizgin bir seçime giderken hiçbirimizde sabır ve sinir kalmadı. Kendimden biliyorum sizi de, tam da tarif ettiğim gibisiniz değil mi?  Öte yandan daha geniş, daha bilimsel, daha sosyolojik analizlere de kapı aralamalı, soğukkanlı olmalı, geçmişten bugüne ülkenin yaşadıkları üzerine akıl yürütmeli ve neyin neden ve nasıl olduğunu o büyük resmin parçalarından yola çıkarak bütünden parçaya ve parçadan bütüne gele gide gide gele anlamalı…

“Anlamak gideni ve gelmekte olanı…” Tam da bu… Anlayabilmek. 

Anlayabiliyor muyuz? Anlatabiliyor musunuz? Anlaşılabiliyor mu? 

Uzatmayacağım. 

Çünkü hem 1 Mayıs hem de seçim sathı mailine girerken kimselerin vakti yok sanat yapıtları üzerine düşünmeye havasındayken herkes… Başka bir sayfa açıyorum ya da yan sayfaya çeviriyorum başımı…  Evet, dediğim gibi her şey birbiri ile bağlantılı ve birbirinin nedeni ve sonucu nihayetinde. Bir başka deyişle bağlamsal bir biçimde ülke bu denli kaygan bir zeminde seçimlere doğru doludizgin giderken, akla hayale gelmez bir dolu ifşaat ortalarda dolanırken, bu kadar da olmaz lafı sürekli sürekli bizleri yoklar dururken ülkemin müstesna olarak dillendirilen ve dahi pek çok ödüllere layık görülen filmlerinde romanlarında durumlar nasıl demeyelim mi? Yutalım mı sözlerimizi? Başımızı öte tarafa mı çevirelim? 

Görmezden mi gelelim?

İşte onu yapamıyorum ben. Susamıyorum. 

Birincisi yukarıda dediğim gibi Ayfer Tunç’un 2014’te basılan romanı “Dünya Ağrısı”, baştan diyorum ki kötü bir roman. Aradan hayli zaman geçmiş ve bu mesafeden, dönüp bakıldığında ve bugün de söylenebilir şekliyle: vaadi olmayan, romanın kuruluşundan karakter inşasına, ele aldığı konulardan bunları roman evreni içine yerleştirmesine, romanın dilinden söylemine evet, baştan sona yazık ki okuduğum kötü romanlardan biri “Dünya Ağrısı”… Bu ifşada hayal kırıklığı var. Söylemeden geçemeyeceğim; bir dönemin post modern romanının allanıp pullanması, burnumuza burnumuza süper sanat olarak sokulması var. Başka bir yanıyla toplumsal travmaların roman dekoru malzemesi olarak bir tutam şundan, bir ölçek bundan, az tuz, az soya sosu biçiminde ince hesapla karılmasından duyulan öfke var. 

Kasaba dekorlu romanda babadan kalan köhnemiş oteli zoraki işleten üniversitede felsefe okuma düşü yarım kalmış, olamamış karakter Mürşit’in ve civardaki madende mühendislik yapan Madenci lakaplı Uzay’ın neye benzediği tam olarak anlaşılmayan, kesik, tutuk, gerçeklikten uzak konuşmalarının ağırlığı ile ilerliyor roman. 

Romandan bir bölüm şöyle, “”Hayatın ona acı veriyor. Güzel şeyleri unutmak istiyor. Güzel şeyleri hatırlamanın ertesi günü mahveden, yıkıcı bir tarafı var. “Hafıza insanın düşmanıdır,” dedi aynı gece. “Unuttum, kurtuldum sanırsın ama öyle bir şey yok. Yaşanmıştan kurtulmak yok. Toprağa girene kadar takip eder seni olmuş olan.“”

Ya da şöyle: 

“Devam etsin diye bekledi, etmeyince itiraf zamanının henüz gelmediğini düşündü. Ama gelecek, mutlaka, ruh taşlaşmadıysa eğer, her günahın gömüldüğü derinlikten çıkacağı bir an gelir. Kendi günahı da, kolayca bağışlanabilecek kadar küçük günahları değil ama hayatını zehirleyen büyük günahı hafızasının dehlizlerinde zamanını bekliyor. Bu yüzden gerekli gereksiz ne varsa anlatıp duruyor Madenci’ye.” Ya da “O geceden beri ikisi de kendilerine ait oldukları galaksiden koparak uzaklaşan, yavaş yavaş sönen birer yıldız gibi yalnız ve yok oluşa yazgılı hissediyorlar. Bu yüzden anlaşıyorlar.”

Şunun için alıntıladım, ne kişiler arasındaki konuşmaların ne de yaratılan atmosferin hakikiliği var. Yusuf Atılgan’ın modernist roman türündeki “Anayurt Oteli”ndeki unutulmaz karakter Zebercet’in  kaybolmuşluğunun, yabancılığının bir bağlamı, yerleştiği bir nedensellik varken “Dünya Ağrısı”ndaki karakterlerin hem derinlikleri hem gerçeklikleri hem dönüşümleri hem de gerilimleri yok. Kartonlar. İliştirilmişler tıpkı Maraş Katliamı’nın, ensestin, baba-oğul çatışmasının, linç kültürünün, mutsuz orta sınıf evliliğinin, taşra boğuntusunun iliştirilmesi gibi. Okuyucunun üzerine boca ediyor yazar. Sonra? 

Sonrası hiç.  

Ama 2014’ün ikinci ayında kitap basılır basılmaz Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı yazısında Metin Celâl şöyle diyor.

“Ayfer Tunç’un “Dünya Ağrısı” kolayca havasına girilemeyen, ama havasına girildi mi merakla okunan farklı okumalara açık bir edebiyat eseri. İki arkadaşın tamamen şahsi görünen ağrı’larını anlatıp bireysel varoluşumuzu sorgulamamıza neden olurken Türkiye’nin gündemindeki temel meseleleri, yakın geçmişteki toplumsal travma yaratan olayları da anımsatıyor, bugüne gelmemizde nasıl bir katkımız olduğunu sormamıza neden oluyor.”*

İşte bunu sevmiyorum, roman bir tüketim nesnesi olarak, bir eleştirmen tarafından hızla okunup üzerine çalakalem yazılıyor, eleştirmen romanın özetini veriyor ve yazı yukarıda alıntıladığım paragrafla bitiriliyor. Sonra? Olmuyor. Eksik kalıyor. Ama eleştirmen kitabı eleştirmiş/tanıtmış ve dikkatlere sunmuş oluyor. 

Uzattım. Yazının sınırlarını aşıyorum. Kesiyorum. “Dünya Ağrısı” ile aynı kulvarda olduğunu düşündüğüm ve yazık ki maruz kaldığım film “Ela ile Hilmi ve Ali” ise 2022’de İstanbul Film Festivali’nde 4 ödül; Adana Film Festivali’nde ise 7 ödül almış, en iyi film ödülü dâhil. İnanılmaz. Herhalde ya sinemamız artık iflas etti, elde yok avuçta yok ya da ödül sistemi olmadığı kadar kötü durumda… 

Ölem ben ölem ben. 

Hele hele bir daha düşünelim. Bugünlere nasıl geldik. İyi niyet taşları, köylü kurnazlığı, kestirmecilik, olsun ama yetmez tüccarlığı… Her şey, her şey bağlantılı… Kurdu kuşu, post moderni, yetmez ama evetçisi, sanatta star sistemi, eleştirmeni, ödülleri… 

Ahh!

*Metin Celâl Şubat 2014’te yazmış bu yazıyı, roman basılır basılmaz sıcağı sıcağına.