Düello tabi ki gerçekleşmez. Mustafa Kemal bunu çocuksu bir davranış olarak değerlendirir. Ancak Alfred Rüstem “cins adam” türündendir öyle değerlendirmez küser ve ülkeyi terk eder.

Düello üzerine çeşitlemeler ve akim kalan bir girişim

Gol düellosundan, söz düellosuna kadar uzanan envai çeşidi var düellonun. Sözlüklere bakıyoruz şöyle bir tanımı var: “İki kişi arasında bir onur sorununu çözmek için belirli kurallar göre tanıkların huzurunda ölümcül silahlarla yapılan dövüş, vuruşma.”

İşte bu bizde olmayandır. Olsaydı, yakın tarihimiz pek ilginç düello sahnelerini kaydederdi. Temsil; Yakup Kadri, Yahya Kemal’in huyuna gidip onun düello teklifini kabul etmiş olsaydı, hangi tür silahlarla dövüşülmüş olursa olsun aşırı kilolarından ötürü hareket kabiliyeti sınırlı olacak olan Yahya Kemal’in bana göre kazanma şansı olmazdı. Hani derler ya Allah yüzüne baktı, evet, Allah yüzüne baktı da Yakup Kadri düello teklifini kabul etmedi.

Biz bu vesileyle Yahya Kemal’in sadece Yakup Kadri’ye değil, başta Falih Rıfkı ve Ahmet Haşim olmak üzere çok sayıda şair ve romancı arkadaşına düello teklifinde bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz. Bir nevi bağımlılık diyebiliriz. Yakup Kadri “Gençlik ve Edebiyat Hatıraları”nda Yahya Kemal’in kendisine “şahitlerinizi gönderin, silahlarınızı tayin edin” yollu bir davetiye gönderdiğini, bunu telefon marifetiyle Falih Rıfkı’ya söylemeye kalktığında da Falih Rıfkı’nın onun sözünü keserek bana da gönderdi canım, mesele etme türünden cevap verdiğini anlatır. Benim bundan anladığım şairin kırılgan ve çabuk incinen bir “fıtrata” sahip olduğu ve arkadaşlarının onun düello davetlerine ancak sıradan bir “sünnet davetiyesi” kadar değer biçtiğidir. Nitekim Falih Rıfkı önemsemez ancak Yakup Kadri zarif adamdır, Yahya Kemal’e bir mektup yazarak hakkında yapılan dedikodulara yüz vermemesini salık verir. Düello meselesi böylelikle kapanmış olur.

Ünlü İttihatçı/gazeteci/milletvekili Hüseyin Cahit Yalçın’ın da vaktiyle, Zühre gazetesi başyazarı ve Meclis-i Mebusan’da Priştine milletvekili olarak görev yapan Hasan Bey’den (Berişa) bir düello daveti almışlığı vardır. Dönemi anlatan hatıratlara göre tartışma, Hüseyin Cahit’in başyazarlığını yapmış olduğu Cenin gazetesinde yazmış olduğu bir yazıyla başlar. Zühre gazetesinin sahipliğinin yanı sıra başyazarlığını da yürüten Hasan Berişa bu yazıya biraz hırçınca bir cevap verir. Hüseyin Cahit denilince biraz durmak gerekir İttihatçıların göz bebeği, lafını esirgemeyen, ünü Avrupa’ya kadar yürümüş usta bir gazeteci ve siyaset adamıdır. Hasan Berişa ise Cahit’e göre dünkü çocuk sayılır ancak o da İttihatçı kanattan bir milletvekili, yaman bir tartışmacı ve inat bir Arnavut’tur! Gazete deki köşelerinden sürdürdükleri tartışma uzadıkça tartışmanın dil ve üslubunun seviyesi düşer. Arnavut’a göre artık söz bitmiştir. Hasan Berişa, Cahit’i düelloya davet eder artık söz silahındır. Yer, zaman ve silah seçimiyle birlikte tanıklarını da tespit ederek düellonun şekli yanını da ikmal eder. Şahit olarak Amasya Milletvekili İsmail Hakkı Paşa ile Sinop Milletvekili Rıza Nur’u göstermiştir. Çok yazık, o günlerde yurt dışında olan Cahit Bey davetiyeden çok sonra haberdar olur. Asabi ve sert adamdır Hüseyin Cahit. Ne de olsa İttihat Terakki’nin “Cemiyet” kanadından. Cemiyete katılırken tabancaya bayrağa el basmış bir adam. Bir mektupla davetiyeden geç haberdar olduğu için özür dileyerek düelloyu kabul ettiğini yazar. Şartlar konuşulur. İlk kurşun Cahit Bey tarafından atılacaktır. Hasan Berişa’nın tanıkları düellonun kanunun yasak olmadığı Yunanistan ya da Bulgaristan’da yapılmasını önerir. Cahit bunu da kabul eder. Ne kadar yazık, meselelerin çözümünde İslam’ın bu usulü şiddetle yasakladığını, düellocuların her ikisinin de şiddetli şekilde “kabir azabı” çekeceklerini ileri süren şeyhülislam, düellocuları ikna eder tam da “tava” gelmiş olan vuruşmayı durdurur.

 Mustafa Kemal’in yakın arkadaşı, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber” kitabının yazarı Mazhar Müfit Kansu da kitabında bir düello olayını anlatır. Mazhar Müfit, “Heyet-i Temsiliye’nin Ankara’ya geldiği günler” diye başladığına göre,1920 olmalı. Para yoktur. Bizimkilerin sabah akşam bulgur pilavı ve kuru fasulye ile karınlarını doyurdukları günlerden geçilmektedir. Ankara Müftüsü Kuvvacı Rıfat Börekçi yardım kampanyası açar ve topladıklarını Temsil Heyetine iletir. Mazhar Müfit’in demesine göre çok uzun bir aradan sonra o akşam pirzola yenecektir, üstüne de baklava! Sahneyi Mazhar Müfit aynen şöyle anlatıyor:

“Pirzola yendikten sonra sofrada Paşa’nın yanında oturan Rüstem Alfred Bey bir sigara yaktı. Paşa, ‘acele etme Rüstem Bey, pirzoladan başka daha neler var? Bugün fevkalade’ dedi… (Bunu üzerine) Rüstem Bey, ‘sizden müsaade almaksızın sigara içmeyi muvafık-i adab ve muaşeret görmeyerek bir ihtarda bulunuyorsunuz. Halbüki yemek arasında sigara içilmesine siz ne vakitten beridir müsaade ettiniz ve hep içilmekteyken bugün neden ayrıca müsaade almaya lüzum görüyorsunuz’ cevabıyla sertleşti.”

Sözü Paşa Mazhar Müfit’ten sürdürecek olursak Paşa gayet masumane ve sakin cevap verir: “Canım yemek sırasında sigara içilmesini ancak iştahınızın kapanarak az yemek yememiz için usul i ittihaz etmiştik. Bugün ise içmekte acele etmeyiniz.” Mustafa Kemal daha önce yemeğimiz olmadığı için arada iştah kesici olarak sigara içmeyi sakıncalı görmüyorduk ama şimdi durum değişti demeğe getirse de Alfred Rüstem “sükun ve sükûnetini kaybederek” sofrayı terk eder. Alfred Rüstem’in peşinden giden Mazhar Müfit onunla konuştuktan sonra sofraya döndüğünde elinde Mustafa Kemal Paşa’ya yazılmış bir düello teklifi vardır. Yine Mazhar Müfit’ten sürdürecek olursak Alfred Rüstem’in dedikleri şudur: “Monşer, işin şaka ciheti yoktur… Paşa’nın beni adab-ı muaşeretten bihaber farzuyla tahkiri tahammül edilecek bir hâl değildir.”

Hadi bakalım buyurun düelloya!

Düello tabi ki gerçekleşmez. Mustafa Kemal bunu çocuksu bir davranış olarak değerlendirir. Ancak Alfred Rüstem “cins adam” türündendir öyle değerlendirmez küser ve ülkeyi terk eder.

Yani, şimdi insan ne bileyim kimdir bu Alfred Rüstem diye merak ediyor. Geriye doğru iz sürdüğümüzde de onun bir düello sever olduğunu öğreniyoruz. Asıl adı Alfred Bilinski, İngiliz kökenli, Polonya doğumlu. Türk tabiiyetine geçtikten sonra Ahmet Rüstem adını almış. Sivas Kongresi’nden beri Mustafa Kemal ile beraber ve 1. Meclis’te milletvekili… Diplomat ve gazeteci. Bunlar Ahmet Rüstem’le ilgili kısa biyografik başlıklardır. Mazhar Müfit onun aynı zamanda bir morfinman olduğunu yazar ancak bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren 1892’nin 11 Temmuz’unda Atina temsilciliğinden Dışişleri Bakanlığı’na gelen bir yazıdır. Yazıya göre elçilik kâtiplerinden biri tiyatroda her nedense Yunan subayıyla şiddetli bir tartışmaya girişmiş ve elçilik kâtibi subayı düelloya davet etmiş, düello teklifini kabul eden Yunan subayı ertesi gün tanıkların huzurunda yapılan düelloda yaralanmış, böylelikle kazanan elçilik kâtibi olmuştur. Yunan subayı tedavi altına alınırken, Yunan milliyetçileri epeyce patırtı koparmıştır. Haberde konu olan elçilik kâtibi bizim Alfred Rüstem’dir! Yani demem o ki Ahmet Rüstem düelloya yabancı olmadığı gibi, düelloyu söz düellosundan fiiliyata döken ilk Müslüman Osmanlı’dır. Ahmet Rüstem’le ilgili lafzı uzatmam da bundandır!

Hemen geçtiğimiz günlerde bir düello girişimine tanıklık ettik. Her şey kimi şekli eksiklere karşın iyi başlamıştı ve tahminimce Amerikan icadı olarak bilinen kovboy sitinde yapılacaktı bu düello. Evet,silah seçimi yapılmamıştı, bir düellonun olmazsa olmazı olan tanıklar tespit edilip ilan edilmemişti, görebildiğim kadarıyla ortada düellocuların ölçüsünü alacak olan tabutçu ve çatıda uzun namlulu tüfeklerle bekleyen “yancılar” da yoktu ama yine de karşılıklı olarak kızıştırıcı sataşmalar, küfürler, hakaretler yapılmış vuruşma için yer ve zaman ilanen tebliğ edilmişti. Tarafların birbirlerine sarf ettikleri sözler hakikaten altından kalkılacak gibi değildi mutlak vuruşulmalıydı:

“Ben bu adamı adam yerine koymam. Bu hayvandan aşağı bir adamdır. Bu kadar basit. Kendisi adam yerine girmeye çalışıyor. Soros çocuğudur ve operasyon çocuğudur. İstihbarat elemanı olduğu apaçık bellidir.” Bu, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’dur. Olacak gibi değil. Tanımlanmış görevlerinden biri de “genel ahlakı” korumak olan Süleyman Bey’in muhatabını “hayvan” yerine hatta ondan da aşağı bir yere oturttuktan sonra, ailesinin soy kütüğünü pek de makbul sayılmayan bir kişiye bağlaması, bağlamakla kalmayıp bunu alenen duyurmasının cevapsız kalması söz konusu olamazdı. Nitekim cevabını aldı:

“Süleyman, zerre kadar erkeklik onurun varsa, saat 11.00’de beni kapının önünde bekle. Seni yarın İçişleri Bakanlığı’nın önünde bulacağım oğlum. O zaman göreceğiz erkeksen bekle”

Ertesi gün… Saat 11.00’e gelmek üzere… Bekliyoruz. Süleyman Soylu dudaklarında neredeyse köküne kadar içilmiş sigarayı, olmadı herhangi bir çöpü, dilinin marifetiyle ağzının bir tarafından diğer tarafına aktararak, kemerine asılı altıpatların kabzasına yakın tuttuğu elin parmakları sabırsız sinirli ve oynak meydana çıkacak değildi elbet ama, en azından hepimizin bildiği o “çalak” ve çengelli yürüyüşü ile şöyle bir meydanı turlaması bile taraftarlarının gönlünü çelmesi için yeterli olacaktı.

Ümit Özdağ tam vaktinde geldi. Süleyman Soylu ortalıkta yoktu ancak bahçede tam da yola doğru konuşlandırılmış “Hayvan Durum İzleme Aracı” vardı ki fikrimce Özdağ’ın öfkesini dağa taşa vurduran bu oldu:

“Benim aileme küfretmek senin haddine mi? Korkak herif, korkak Süleyman, çık karşıma…”

 Çıkmadı. Zaten tarihimizde eser sayıda rastlanan düello girişimi böylelikle kuvveden fiile geçmeden akim kalmıştır!

***

Yararlanılan kaynaklar:

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İletişim y. İstabnul, 2021

Mazhar Müfit Kansu, Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber, Tarih Kurumu, Ankara, 2009