Trompet üslubundaki yetkinlik bir yana bilinen hiçbir icra ve doğaçlama anlayışına dahil değildi, aynı şekilde müziği de bir sentezdi ama sonucu herhangi bir kültürün malı olarak tarif edilemezdi.

Dördüncü Dünya’nın sesi kısıldı; Jon Hassell

Almak bulmakla ilgiliydi, her istediğiniz şeyi bulup canınızın istediği gibi alamıyordunuz. Jon Hassell’ın ilk bulduğum (bulunca üzerine atladığım) plağı “Earthquake Island” idi. Neyse ki Narmanlı Han’da Deniz Pınar’ın dükkanındaydık ve Apaçi Ayhan ödemenin yapılması konusunda yardımcı olmak üzere yanımdaydı.

Daha önce hiç Hassell plağı görmemiştim. Onu Talking Heads’in “Remain in Light”, David Sylvian’ın “Brilliant Trees” ve Peter Gabriel’in “Passion” albümlerinden biliyordum. Bir de o zamanlar çok canımız ciğerimiz olmasa da Tears for Fears ile çalmıştı. Değişik bir adamdı, bildiğimiz trompetçiler gibi çalmıyordu. Tesadüf ettiğim birkaç yabancı dergide de hakkında uçuk şeyler yazmışlardı. Tabi bizler dibine kadar rakçıydık ama itiraf etmek gerekirse bu plak biraz da başka müziklere ihtiyaç duyduğum bir zamana denk gelmişti.  

John Cage ve Karlheinz Stockhausen’in işaret parmağının gösterdiği yöne bakmış, Miles Davis ile Chet Baker’ın cümlelerini dört aritmetik işlemden geçirmiş; ciddi ve soğuk görünüşlü, entelektüel Amerikalı besteci, trompetçi etno-müzikolog.

Edebiyattaki karşılığı (Karanlığın Yüreği kitabıyla Apocalypse Now filmine ilham kaynağı olan) Joseph Conrad, antropolojide Yaban Düşünce’nin yazarı Levi-Strauss, sinemada neredeyse tüm filmleriyle Werner Herzog, resimde biraz Paul Klee, biraz Cezanne idi. Müzikteki ise ta kendisi...

***

Memphis’te bir bandoda çalan babasının trompetiyle müziğe başlayan Hassell, avangard düşüncelere duyduğu ilgi münasebetiyle soluğu New York’ta almıştı. Burada bir müzik akademisinde aldığı eğitimin gericiliğini kısa sürede fark ederek 1965’te Köln’e gitmiş, Karl Stockenhausen’in öğrencisi olmuştu. Sınıf arkadaşları arasında Holger Czukay vardı. Amerika’ya dönüşünde kafasına uygun bulduğu ilk insan Terry Riley idi, bir de La Monte Young. Onların albümlerinde çalmış, o dönem müziğin hacmini genişleten girişimleriyle Pink Floyd ve Brian Eno’ya (daha sonraları da Nils Petter Molvaer ve Arve Henriksen’e) ilham kaynağı olmuştu. 1977 yılında ise bakış açısını genişletecek biriyle, Kirana vokal geleneğinin ustası Pandit Pran Nath ile tanışmış; onunla sık sık Hindistan ziyaretleri yapmış, Raga müziğini öğrenmişti. Bu süre zarfında geliştirdiği ton ve üslup benzersiz hale gelmiş; buğulu, içe dönük ve cinsel dürtüleri güçlü bir trompet yaratmıştı. Harmonizer denilen bir elektronik alet sayesinde ve reverb efektleriyle aynı sesi iki ayrı aralıkta kullanıyordu. Elde ettiği derinlik heykelsi bir üç boyutluluk sergiliyordu.

Bu dönemin ardından coğrafyasını Afrika’ya çevirmişti Hassell. Pigme polifonileri ve Bali Gamelan müziğini, Satie’vari kompozisyonlarla ele alıyordu. İşte o noktada, ambient müziğin temellerini atan Brian Eno ile yolları kesişmişti. “Dördüncü Dünya Müziği Teorisi” artık doğabilirdi. İkili kafa kafaya verip ısınma hareketi babından örneğin Talking Heads’in “Remain in Light” albümünü çok farklı bir noktaya çekmişlerdi; rock ve pop müzisyenleri onlar için iyi bir laboratuvar oluşturuyordu. 1980 yılında yaptıkları, ıssız bucaksız bir sonsuzluğu yaşatan “Possible Music” albümünde teorilerini ispatlamışlardı. Hassell’in 1983 yılında çıkardığı “Aka/Darbari/Java” ise Eno’nun ambient teorisiyle iç içe geçmişti.

Trompet üslubundaki yetkinlik bir yana bilinen hiçbir icra ve doğaçlama anlayışına dahil değildi, aynı şekilde müziği de bir sentezdi ama sonucu herhangi bir kültürün malı olarak tarif edilemezdi. Neticede var olamayan bir şey ortaya koymuştu Hassell. Bir de adına world music denen o cılk piyasanın içinde asla olmamıştı.

***

The Guardian yazarı Richard Williams, Hassell’in müziğini “uzak bir kumul üzerinde veya gizemli bir şekilde terk edilmiş bir şehirde bir minareden bir Berberi tarafından çalınıyormuş gibi geliyor” diye özetliyordu.

Ses ile sessizlik arasında kurduğu müphem dengelerle, müzik kalıplarını ve sınırlarını zorlayan teorileriyle onu bir caz müzisyeni olarak tarif etmek yetmez. Caza en yakın olan albümü “Fascinoma” bile herhangi bir caz klişesi içermiyordu. Hiçbir efektin kullanılmadığı albüm, onun müziğinin özelliğinin efektler olduğunu söyleyenlerin görüşünü boşa çıkarıyordu. Kendini her zaman çağdaş klasik müzik evreni içinde gören Hassell tam bir medeniyet dervişiydi ama medeniyetin insan ruhunu öldüren azgın yüzüne sonuna kadar direnen bir medeniyet dervişi. Jon Hassell 26 Haziran Cumartesi günü 84 yaşında hayata veda etti; “Earthquake Island”ın ardından her bulduğumda aldığım plakları imzalanma ihtimalini yitirdi.   

[email protected]