Doğu Akdeniz’de öncelikle karşı karşıya getirilmek istenen Yunan ve Türk milliyetçileri kendi açılarından her konuda “haklı olduklarını” vurguluyorlar. Bunu yaparken her biri yaşananları kendi açısından tarihselleştiriyor. Hep kendi haklılıkları ve/veya mağduriyetlerinden söz ediyorlar.

Doğu Akdeniz’de gereksiz, yanlış düşman edinmek!

Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimin nasıl bu noktaya geldiği, bundan sonra neye dönüşeceği hepimizin merak konusu.

Bölgede yaşanan gerginlik bölgede kıyısı, adası ve askeri üssü bulunan bütün ülkelerin ve küresel düzlemde emperyalist hiyerarşi içinde yer alan aktörlerin, tekellerin, irili ufaklı enerjiden tutun, havacılık ve balıkçılığa kadar pek çok konuda iş yapan şirketlerin vb. hepsinin dikkatle izlediği bir konudur. Bu gerginliğin giderek daha da netameli hale gelme olasılığı yüksektir.

Olayların geldiği son durumda ne bu krizi çözebilecek yetenek ve kapasiteye sahip aktörler var ne de bunun için ortaya konmuş bir iradenin olduğunu gösteren bir veri mevcut. Her biri sorunu daha karmaşık hale getirme hususunda üstün meziyetlere sahip gözüküyor. Hepsi dar milliyetçi bakış açısından hareket ediyor. Hepsi güya-ortak çıkar adına ulusal çıkarın peşinde olduğunu, böylesi bir amaç doğrultusunda politika ürettiğini ileri sürüyor, fakat son tahlilde hepsinin izlediği politika büyük ölçüde sermayenin ve/veya yabancı sermayenin çıkarına hizmet ediyor.

Bölgede kıyısı bulunan aktörlerin aşağı yukarı hepsinin iki kesişim kümesi var: Birincisi içinde bulundukları borç batağı; hepsi büyük ölçüde borçlu. İkincisi, hepsi de bu durumdan çıkış için aynı şeye umut bağlıyor: Bölgede bulunan deniz altı, deniz içi ve deniz üstü hava sahalarında bulunan maddi değeri yüksek olduğu tahmin edilen varlıklara sahip olmak. Bazısı kendisinin dışlandığını, diğerlerinin maksimalist olduğunu, kendisine haksızlık edildiğini öne çıkarıyor. Bazıları hukuken kendini haklı sayıyor, bir başkası haklıyı desteklemek adına silahlı güçlerini bölgeye göndereceğini ilan ediveriyor. Hatta birisi eskiden koyduğu silah ambargosunu bir yıllığına kaldırmaya karar veriyor, böylece taraflara sınırlarını bildiren mesajlar veriyor. Bazıları “hak ve hukuk” mücadelesi verdiğini, bu nedenle Avrupa’nın kendi peşine dizilmesini bekliyor.

Hepsi haklı olduğunu iddia ediyor. Hiçbiri geri adım atacağını söylemiyor, “haklı olduğu” noktasından hareketle, mücadelesini hukuki, iktisadi, siyasi, diplomatik ve gerekirse askeri güç kullanarak sürdüreceğini vurguluyor.

Dışişleri bakanlıklarının açıklamalarında sözü edilen ikili ve çoklu diyalog çağrıları ve uluslararası deniz hukuku ve/veya AB hukukuna başvuralım söylemlerinin her biri aktörlerin kendilerini güçlü hissettiği noktada, “haklı olduğunu” göstereceği pozisyona dikkat çekmek için üretilen demeçler.

Mesajlar ve sınamalar

Taraflar şimdilik birbirini sınıyorlar, kriz yönetimi mantığından hareket ediyorlar. Hiçbiri ciddi bir savaş olacağını öngörmüyor, öte yandan her biri gerginlik dozunu artırmak üzere adeta yarışıyor.

Gerginliği artıran adımı hangisi önce attı sorusu çoktan önemini yitirdi.

Son bir hafta içinde yaşananlar gerginliğin derinleştiğine ve genişlediğine işaret ediyor.

Taraflar rutin askeri tatbikatları mesaj vermek için kullanmaktan geri durmuyorlar. Yeni askeri yığınakların yapıldığı haber sitelerine düşüyor. Trump yönetiminin gerginliği kaşımaya başladığı da dikkat çekiyor.

Macron’un Yunanistan yönetiminin arkasında durduğunu ilan etmesinin gerisinde yatan nedenin Yunanistan’a silah satmak kadar Türkiye yönetimini dizginlemek olduğu da ima ediliyor! Fransa ile Türkiye yönetimlerinin rekabeti sanki yeni imiş gibi sunuluyor. Halbuki iki yönetim 2011 yılından beri Suriye ve Libya’da ciddi rekabet içindeler.

Çekişen yönetimler bu fırsattan yararlanmak için hızlı davranıyorlar. Hepsi birbirini sınıyor.

Türkiye yönetimi Türkiye’nin askeri, nüfus ve ekonomik büyüklüğünden hareketle Yunanistan’ı sınamaya tabii tutarken, Yunanistan yönetimi hukuki bakımdan AB’yi, askeri bakımdan Fransa’yı ve belki de ABD’yi arakasına alarak, eski Osmanlı coğrafyasında bölgesel üstünlük kurma hevesine kapılan Türkiye yönetimini AB üzerinden sınırlamak istiyor. AB’nin yeni şart koşma politikalarının pek de fazla işe yaramayacağını bile bile …

Tarafların hepsi de öncelikle kendi kamuoyunu arkasına almak için “haklı olduklarını” her daim vurguluyorlar, böylece öncelikle kendi kamuoylarını, gerekirse, güç kullanımına hazırlamak istedikleri anlaşılıyor. Yunanistan’ın hava gücü dışında pek dermanı yok gibi, fakat hele arkasına AB’nin önemli bazı aktörlerini alırsa kim tutar …

Doğu Akdeniz’de öncelikle karşı karşıya getirilmek istenen Yunan ve Türk milliyetçileri kendi açılarından her konuda “haklı olduklarını” vurguluyorlar. Bunu yaparken her biri yaşananları kendi açısından tarihselleştiriyor. Hep kendi haklılıkları ve/veya mağduriyetlerinden söz ediyorlar.

Yunanistan her durumda Avrupa ve Amerikan kapitalizmlerine göbekten bağımlı, bu nedenle bağımsız bir dış politika izlemesi beklenemez. Halbuki Türkiye dış politika konusunda bulunduğu coğrafya, nüfus büyüklüğü ve en genel anlamda iktisadi potansiyel bakımlarından Yunanistan’a göre daha avantajlı, bunlara rağmen Türkiye yönetimi de borçlu ve bağımlılık döngüsünden çıkamıyor. Elinde bulunan geniş imkanları emekçilerin lehine kullanmaktan kaçınan iktidar her durumda palazlanan yandaş sermayenin lehine karar almaktan imtina etmiyor. Sermaye her durumda çıkarını kollamak için iktidara endeksli olmayı tercih eder, elbette sonsuza kadar değil, iktidardan beklentisi azalıncaya ve onu ikame edecek başka bir iktidar potansiyeli görünceye kadar.

Yunanistan ile karşılaştırmalı bakınca Türkiye burjuvazisinin alanının daha geniş, çapının daha büyük olduğunu görmek mümkün olmakla birlikte iki ülkenin burjuvazisinin de dışa bağımlılıktan kurtulamadığını söylemek mümkündür. İkisi de çok borçlu.

İkisi de benzer şeyi istiyor: Akdeniz’de bulunan deniz altı, içi, üstü kaynakları elinde tutmak. Yunanistan’ın işbirlikçi burjuvazisi emekçilerini öyle bir borç batağına sokmuş ve kendi varlığını buna endekslemiş durumda ki, bundan çıkışı üretemiyor. Aşağı tükürse sakal, yukarısı bıyık. Yunanistan’ın Münhasıran Ekonomik Bölgeler (MEB) konusunda bu kadar maksimalist tutum sergilemesinin gerisinde yatan nedenin borç batağı ve ötesi olduğu giderek daha netleşiyor.

Yunanistan’ın açmazı

Yunanistan üzerine çalışan bir akademisyen arkadaşım Yunanistan’da koalisyon hükümetinin (Syriza bu koalisyonun dışında iken) 2011 yılında AB Troykası ile vardığı borç yapılandırma mutabakat zaptına istinaden Yunanistan parlamentosunun 22 Ağustos 2011’de çıkardığı 4001/2011 sayılı yasa ile Ege denizinde MEB belirlendiğini, buradan elde edilecek olası hidrokarbon gelirinin ise AB’ye borç yapılandırması karşılığında ipotek edildiğine dikkat çekmektedir. Böylece Yunanistan’da emekçiler uzun dönemli borçlandırılırken, AB sermayesi Ege’de bulunan hidrokarbon kaynaklarını ipotek altına almış gözüküyor.

Elbette bu durum hukuken Türkiye’yi bağlamaz. Öte yandan bugün Yunanistan yönetimi AB’den bağımsız hareket edemez. Yunanistan’ın izlediği politika, diğer bir ifade ile, AB’nin çıkarlarına hizmet etmenin ötesine geçemez.

Emperyalizmin yaptıklarının yapacaklarının teminatı olacağına kimsenin kuşkusu olmasın. Marifet emperyalizme bu fırsatın verilmemesidir.

Türkiye burjuvazisinin deniz altı kaynaklarının dünya pazarına sokulması sürecinde nasıl bir politika izleyeceğini söylemek erken olur, ancak geçmişte yapılanlara bakarak çıkarılacak gaz karşılığı yeni bir borçlanma girişiminde bulunmalarının şaşırtıcı olmayacağını belirtmekle yetinelim. Sıkışmış burjuvazinin emekçilerin geleceğini ipotek altına almaktan çekineceğini hiç sanmam. Daha önemlisi, uluslararası finansal kuruluşlar ve tekellerin AB’nin Yunanistan’da uyguladığı politikanın benzerini Türkiye’de de dayatmak isteyeceğinden kimsenin şüphesi olmasın.

Gereksiz düşman

Burada altını kalınca çizmek istediğim nokta gereksiz düşman edinmek ne Türkiye ne de Yunanistan halklarının işine yarar. Yunanistan’ı hedef tahtasına yerleştirmek yanlış ve gereksiz düşman edinmek anlamına gelir. Yunanistan yönetimi uluslararası politikayı belirleyen bir aktör konumunda değil. Türkiye’ye askeri bir tehdit oluşturacak kapasite ve yeteneğe sahip olduğu da tartışmalıdır. Türkiye’de olduğu gibi, Yunanistan’da da hamasi söylemleri dillendirmekten kaçınmayan yaygaracıların az olmadığı doğrudur, fakat dış politika bunun üzerine inşa edilmez. İki ülke yönetimlerinin de hamasi söylemlerden hızla uzaklaşması elzemdir.

Bu krizin bugün geldiği tehlikeli durum ve yarattığı belirsizlikler bu bölgede gerçek ve olası kaynaklar üzerinden paylaşım mücadelesinin devam edeceğine işaret etmektedir. Bugün bu mücadelenin ana aktörleri özel çıkarlarını halklara mal ederek hem milliyetçilikleri kendilerine siper ediyorlar hem de halk için “haklı” bir mücadele verdiklerini söylüyorlar. Böylece Doğu Akdeniz’de yürüttükleri faaliyetlerin kime ve neye hizmet ettiğinin üstünü örtmeyi başarıyorlar. Doğu Akdeniz’in kaynakları bu bölgede kıyısı, adası bulunan ülkelerin halklarına aittir. Bu kaynaklara el koymak isteyen emperyalist hiyerarşi içinde yer alan aktörler, dostça yan yana yaşayabilecek Yunanistan ve Türkiye halklarını birbirine bir kez daha kırdırmayı dahi göze almış görünüyorlar. İki halkın emekçileri, onlara yüklenmeye çalışılan bu oyunu oynamak zorunda değildir, hakça paylaşım, insanca yaşam mümkündür, yeter ki kışkırtıcı provokasyonlara gelmeden kendi hakkını bilip muhatabının da hakkını tanısın. Bunun doğru yolu doğru konuşmaktan ve müzakere etmekten geçer.