Bizim açımızdan önem taşıyan çizginin nereye çekildiğini umursamadan yoluna devam edebilecek sağlamlıkta bir sosyalist cumhuriyet kurmaktır.

Dış politikada çizmek üzerine

Tamam, ses benzeşmesi olduğunu ve konunun belirli bir cazibe taşıdığını kabul ediyorum ama sözünü edeceğimiz şey dış politikada çizme değil, çizmek. Altını çizmek, üstünü çizmek gibi. Bir şeylerin ve birilerinin altını, birilerinin ise üstünü çizmek..

Nereden çıktı şimdi bu? Asrın lideri New York’a gitmiş, havalimanında kendisini Antalya’dan sorumlu memuru karşılamış, kendi söylemiş, kendi dinlemiş, üstüne bir de ABD’nin çok demokrat ve enerjik Başkanı’nın tutum ve davranışlarından memnun olmadığını da dile getirmiş… Bunlar çok sevdiğimiz bir deyimle “açık kaynaklardan takip edilebilen” gelişmeler.

İşin bir de yarı kapalı kısmı var elbette. Derin ve alabildiğine özgür bir “demirkraaasi”de yaşadığımızdan olacak şu sıra çevremde herkes çevrimiçi ortamlarda ve dost sohbetlerinde fısıldaşıyor: “üstünü çizmişler, üstünü çizmişler, üstünü çizmişler…”. 

Arkasını düzen içi ve “oyuna gelmeyen” muhalefet yüksek sesle tamamlıyor: “ilk seçimde, ilk seçimde, ilk seçimde...” 

Neyse, “Senin nene gerek böyle gündelik siyaset konularına girmek, diplomasiden devam et!” uyarısını dinleyip iyi bir emekli hariciyeci gibi devam edeyim ben esas konuma.

Diplomasinin kavram ve kalıpları içerisinde en önemlilerinden biri ikili ve çok taraflı ilişkiler. Bunun bir sonraki aşaması ise ittifak. İttifak çok taraflı ve kurumsal olabiliyor NATO gibi ama şart değil. Bir ülkenin bir diğeriyle kurduğu ilişkinin ve/veya  ittifakın birçok neden ve kaynağı bulunabiliyor. Tarihsel bağlar ilk akla gelenlerden. Jeostrateji gibi havalı bir terimle ifade ettiğimiz coğrafi ve stratejik zorunluluklar bir diğer gerekçe. Örneklerine artık pek az rastlıyoruz ama halklar arasındaki yakınlık iki ülkenin müttefik olabilmesini bir hayli kolaylaştırabiliyor. Gerçek ve daha çirkin dünyada ise özellikle ittifak ilişkileri o ülkeleri yöneten sınıflarla bağlantılı elbette. Güncel bir örnek olsun, Fransız burjuvazisi ABD ile ittifakı varlığını sürdürebilmesi bakımından yaşamsal görüyorsa, halk kitlelerinin olumlu veya olumsuz tutumları, kamuoyunu önüne atılan yem niteliğinde sözde itirazlar, protestolar  çok da önemli olmuyor. 

Uluslararası sistemin mevcut yapısındaki ilişkiler ve ittifaklara yakından baktığımızda, dünyanın bütün emekçilerini uyutmak üzere kurgulanmış liberal söylemin dayattığı “win/win (kazan/kazan)” teranesinin pek de geçerli olmadığını, daha açık bir deyişle iki tarafın da eşit ölçüde kazançlı çıktığı bir  ilişkinin veya ittifakın istisnai nitelik taşıdığını görebiliyoruz. İttifaklar, ilişkiler çoğu zaman asimetrik bir çıkar ilişkisine dayanıyor. Taraflar açısından bakıldığında, çapın ne kadar ise, kazancın da o kadar olabiliyor.

Günlük hayatta kullandığımız “çap” sözcüğünün uluslararası ilişkilerin akademik dünyasındaki karşılığı “güç” veya “ulusal güç”. Yazıyı daha fazla uluslararası ilişkiler dersine çevirmemek için bu gücün unsurlarını teker teker sayacak değilim. Bununla birlikte, ulusal gücün yapıtaşlarının arasında ekonomi, askeri güç, doğal kaynaklar, coğrafi konum gibi ögelerin yanında rejimin kendi ülkesinin halkları nezdindeki meşruiyetinin de bulunduğunu akıldan çıkarmamakta yarar var. 

Somutlaştırmak için bir örnek verelim. Küba’nın çok güçlü bir ordusu olmadığı gibi, güçlü bir ekonomisi olduğunu da söylememiz mümkün değil. Küba’nın dünya için vazgeçilmez sayılabilecek bir doğal kaynağı bulunduğunu da iddia edemeyiz. Bütün bunların ötesinde, emperyalizmin başat ve en saldırgan aktörüne komşu bir de coğrafi konumu var. Buna karşın Küba’nın gücü, Küba’nın emekçi halkının sosyalizme inancı ve kendi adına Küba’yı yönetenlerin kendi sırtlarından zenginleşmeyeceğine, milyar dolarlık uçaklar satın almayacağına, binbir odalı saraylar yaptırmayacağına, kendi esenliğini ve güvenliğini birincil görevi kabul edeceğine olan güveninden kaynaklanıyor. Altını bir kez daha çizelim, Küba Cumhuriyeti’nin ulusal gücünün belkemiği sosyalist rejimin ve başında bulunanların meşruiyetidir.  

İşte altını çizdiğimiz bu husus, bir ülkeyi yönetenin, bir ittifak ilişkisi içinde bulunduğu diğer bir ülkenin lideri tarafından “üstünün çizilmesinin” ne ölçüde önem taşıyabileceğini belirliyor. Sizce Küba Devlet Başkanı Miguel Díaz-Canel’in üstünü çizmiş midir Biden? Öyle ya, adam ABD’ye kafa tutan Küba Cumhuriyeti’nin başında. ABD’nin trilyon dolarlık propaganda makinesinin yaydığı yalanları her gün boşa düşüren bir yönetim anlayışını temsil ediyor. Kesin çizmiştir bence. Kimin umurunda peki? Küba halkının değil, bundan emin olabilirsiniz.

Dönelim şimdi üstü çizildiği ileri sürülen başka ülke yöneticilerine. Dedik ya, ikili ilişkilerde veya ittifaklarda asimetri bulunması eşyanın tabiatı gereği. Şu veya bu şekilde gücü azalan tarafın su üzerinde kalmak için daha fazla çaba harcaması ya da diplomatik deyimle ödün vermesi gerekiyor. Gücün azalması kimi zaman tek, kimi zaman da birden çok etkenden kaynaklanabiliyor. Akepe Türkiyesi’ni ele alırsak, ekonomi yönetiminin tel tel döküldüğü ve bunun açık bir zaaf yarattığı, keza Türk Silahlı Kuvvetleri’nin İHA’lar gibi kimi alanlarda teknik anlamda güçlendiğinden söz edebilecek olsak bile, moral ve kurumsal yapı bakımından bir gerileme içinde olduğu gibi hususlar siyasi bir eleştiri olmaktan çoktan çıkıp nesnel bir tespit haline geldi. Bütün bunlara bir de düzenin, düzeni yöneten kadronun ve onun başındakinin Türkiye halkı nezdinde yaşadığı ve önümüzdeki kış daha da büyüyeceği kesin olan meşruiyet bunalımını da eklersek ABD ile zaten asimetrik seviyede seyreden ilişkinin daha da dengesiz bir hale geleceğini söyleyebiliriz.

Bu veriler ışığında, Türkiye’nin liderinin “üstünün çizilmesinin” mi, yoksa “kırılgan ve kullanışlı bir küçük ortak” olmaya devam etmesinin mi ABD bakımından daha uygun bir seçenek olacağı sorusunu yöneltmek yararlıdır. Bu ikinci seçeneğin de bir geçerlilik sınırı mevcuttur elbette. İktisattaki esneklik teorisini anımsatacak şekilde, zayıflayan bir ortağın kullanışlı bir ortak olmaktan çıkacağı bir eşik vardır. Yine iktisattan bildiğimiz “asset (varlık)” ve “liability (yükümlülük) terimlerini düşünerek bunu da ölçmek mümkündür. Özetleyecek olursak; varlık yükümlülüğe dönüştüğü takdirde tasfiyesinin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. 

Türkiye ile ABD arasındaki ittifakın tarihçesi, nesnel ve öznel kökenleri, dayanakları ve dayanıklılığı hakkında ciltlerce yazabilirsiniz. Yine de bu birlikteliğin burjuvazinin seçimi sonucu gerçekleştiği ve sürdüğü gerçeği değişmez. ABD veya Türkiye burjuvazisi bakımından birilerinin üstünün, bir diğerinin ise altının çizilmesi aşamasına gelindiğinde dikkate alınacak birincil ölçüt ise kişilerin değil, “kâr”ın bekasıdır. Bu bağlamda o kişilerin Rusya’ya yaklaşma manevraları ne inandırıcı ne de belirleyicidir. Türkiye Burjuvazisi ve onun yönetme aygıtı olan Devlet, altyapı ve üstyapısı NATO’ya ve ABD’ye yürekten ve göbekten bağlıdır. Burjuvazinin değişmeyecek tercihi ABD’ye ve bunların temsil ettikleri Kapitalist sömürü düzeninin Ahmet,  Mehmet veya Fatma kullanılarak devam ettirilmesidir.

ABD ya da gelecekte ortaya çıkacak bir başka emperyalist gücün, burjuvazinin talep ve yönlendirmeleriyle uyumlu olarak  Türkiye’yi yönetenlerin üstünü veya altını çizmesini engelleyemeyebiliriz. Bizim açımızdan önem taşıyan ise çizginin nereye çekildiğini umursamadan yoluna devam edebilecek sağlamlıkta bir sosyalist cumhuriyet kurmaktır. 

O Türkiye ikili ilişkiler denklemlerinde hep kaybeden taraf olmamayı başarabilecek “ulusal gücü” oluşturmak için gerekli insani, kültürel ve ekonomik olanaklara fazlasıyla sahip olacaktır.