Buradan 1923 Cumhuriyetimizin en önemli 'devrim'lerinden birine gelebiliriz. Bu sözcüğü, siyasal anlamının dışında, belli bir alanda esaslı ve hızlı değişim/dönüşüm anlamında kullanıyorum.

Dil bayrak mıdır?

Düzen politikacıları arasındaki, çoğu ipe sapa gelmez, seçimi öne alma oyunlarını, tencere dibin kara atışmalarını, ona buna parmak sallamaları, herkesi kör âlemi sersem sanmaları  bir yana bırakıp biraz soluklanmak, kafa dağıtmak için yazılabilir dedim bu hafta. Önümüzdeki haftalar boyunca ötekilerden başımızı alamayacağız nasılsa. 

Yazının başlığını “Dil bayrak değildir” olarak düşünmüştüm önce. Tam da böyle, tartışmaya kapalı bir kesinlikle. Sonra değiştirdim, biraz yumuşattım, soru biçimine getirdim. Bayrak olarak görüldüğü dönemler olabilir aslında. Çok bastırılmış, ille de zorla bastırma olmayabilir, itilip kakılmış, daha yansız ve serin kanlı davranarak söylersek, aşağılanıp kullanım dışı bırakılmış olabilir insanların dilleri. Böyle bir durumun karşıtını yaratması da beklenir. Nedenleri üzerinde durulabilir, ama çok uzayacağı ve bu yazının amacı dışına taşmamıza yol açacağı için oralara girmeyelim.

Yazının asıl amacı, benim sık sık takıldığım, takılmanın ötesine geçerek dayanılmaz bulup insanları dinleyemez, okuyamaz duruma geldiğim Türkçe kırımlarının bazılarına değinmek. Tümüne değinmek elbette mümkün değil, o kadar çok demek istiyorum; siyasal bir deyim kullanırsak, soykırım bile diyebiliriz.

Ama madem Türkçenin ses bayrağı olmasından söz ederek başladım, bu sözü ilk söyleyen kişiyi anmadan geçmeyelim.

“Türkçem benim ses bayrağım” diye yazan kişi, bilenler bilir, şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. Benim bu şairimizle ilgili unutulması kolay olmayan bir anım var. Anı derken, onun yokluğunda, herhangi bir haberi, bilgisi, kastı olmadan yaşanmış önemsiz bir olaydan söz etmek istiyorum. Önemsiz olmakla birlikte, söz edersem, okurlar açısından yazının ilginçliğini biraz artırabilirim, sanıyorum.  

Kulakları çınlasın, bizim Yalçın Hoca’nın pek sevdiği deyişle “görkemli altmışlar”ın ortalarındayız. Cumhuriyet döneminin çok iyileri arasında sayılan bir liseyi birincilikle bitirmişim. Birincilik dediğim şöyle: O tarihlerde lisenin son öğretim yılı tamamlandığında, yaklaşık bir ay boyunca, bütün derslerden sınavlara girildikten sonra mezun olunuyor. İbo adında yakın bir arkadaşım var, bunun hangi adın kısaltması olduğunu herkes bilir, bitirme sınavları başlamadan önce, “Oğlum, beni çalıştıracaksın, yoksa mezun olamam!” diye tutturmuş, yakamı bırakmıyor. Sonunda istediği gibi oluyor, onu çalıştırıyorum, daha yansız bir anlatımla, bir ay boyunca sınavlara birlikte hazırlanıyoruz. İstenenden de iyi bir sonuç ortaya çıkıyor. O bütünlemeye kalmadan mezun olurken, ben de okul birincisi oluyorum. O gün bugündür itiraf etmişimdir, bu sonuç İbo’nun ısrarları sayesinde ortaya çıkmıştır, yoksa benim gözümde okul birinciliğinin falan önemi yok. Birkaç yıl önce tiyatroya merak salmış, hemen ardından da oraların etkisiyle solculuğa kapılmışım, onlardan önemlisini düşünemiyorum.

O yıl Cumhuriyet gazetesi lise birincilerimiz diye bir haber dizisi tasarlamış, her ildeki okullara muhabir gönderip öğrencilerle kısa mülakatlar yaptırıyor, vesikalık fotoğraflarıyla birlikte onları sırayla yayımlıyor. Bitirme sınavlarının hemen ardından bizim okula da gelmişler, muhabirle birlikte okul müdürünün odasındayız. Müdür Bey masasında oturuyor, ama lafa karışmayıp sadece dinliyor. Benim tiyatroydu, edebiyattı, şiirdi, böyle şeylerle ilgili olduğumu anlayan muhabir soruyor: “En sevdiğin şair kim?” Kim olacak, Nâzım Hikmet elbette. Nâzım’ın şiirleri yayımlanmaya başlamış. Doğan Avcıoğlu “Kurtuluş Savaşı Destanı” diye büyük boy, birinci hamur kâğıda basmış Memleketimden İnsan Manzaraları’nın küçük bir bölümünü, nerdeyse bir yıldan beri okul çantamdan hiç eksik etmiyorum. Ayrıca, Memet Fuat da Manzaralar’ın tümünü beş kitap olarak tamamlamak üzere basmaya başlamış. Demek istediğim, çoktan tanışmışım Şair Baba ile.

Müdür Bey biraz irkiliyor sanki, “Tamam,” diyor; “Başka sevdiğin şair yok mu?” Bir kez daha yineliyor sorusunu. En azından bir isim daha vermezsem olmayacak. O sıralarda, Dağlarca’nın şiirlerini de okumuşluğum var. Ders kitaplarında yer verilen resmi şairleri söylememek için onun adını ekliyorum. Neyse, mülakat sona eriyor. Birkaç gün sonra gazetede bendenizin fotoğrafıyla birlikte kısa mülakat da yayımlanıyor. Merakla okuyorum. Meğer, en sevdiğim şair Dağlarca imiş. Muhabirin eseri olduğunu hiç düşünmedim. Öyle faşist kafalı bir adam olmayan Müdür Bey’in iyi niyetli, okulunu ve öğrencisini koruma amaçlı bir sansürü olabilirdi. Ne de olsa, anlı şanlı bir komünistin adının böyle anılması, yüksek yerlerde hoş karşılanmayabilirdi.

Sonraları Dağlarca’nın şiirine pek ısınamayışımda bu olayın da bir etkisi var mıdır, bilmem.

Asker çocuğu olan, kendisi de Boğaz’ın en güzel yerindeki şimdi kapatılmış askeri lise ile Kara Harp Okulu’nu bitirip 15 yıl subaylık yapmış bu şairimizin yarattığı “ses bayrağı” imgesinin doğuşunu, böyle bir eğitim ve meslek geçmişine bağlamak mümkündür, sanıyorum.

Bir de şuna bağlanabilir herhalde: “Ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Gazi M. Kemal imzasını taşıyan bu sözler, aynı imza sahibinin kurduğu Türk Dil Kurumu’nun Ankara’daki binasının girişinde yazılıdır. Dağlarca uzun yıllar bu kurumun yönetim kurulunda yer almıştır. 

Buradan 1923 Cumhuriyetimizin en önemli “devrim”lerinden birine gelebiliriz. Bu sözcüğü, siyasal anlamının dışında, belli bir alanda esaslı ve hızlı değişim/dönüşüm anlamında kullanıyorum. Gerçekten de, alfabesinden başlayarak girmeye cüret edemeyeceğim ayrıntılarına kadar, esaslı ve hızlı bir değişimdir bu. Ayrıca, alfabe değişiminde birtakım teknik dayanakların yanı sıra belirgin bir siyasal/kültürel eğilim bulunduğunu öne süren ilericiler ile bu değişime saldıran gericilerin iddialarında, farklı gerekçelerle, ortak ve gerçeğe uygun noktalar bulmak mümkündür.

Sonunda, gericilerin dedikleri gibi, ahali atalarının mezar taşlarında yazılanları okuyup anlayamaz olmuştur. Ancak, bu sonuçla ilgili iki konuyu aydınlatmak gerekir: Birincisi, atalarımız Osmanlı hanedanının çok uzun sürmüş saltanatı döneminde de o taşları okuyup anlayamazlardı, çünkü okuryazar değillerdi. İkincisi, Cumhuriyetin başarısı olarak okuryazarlık çok arttı, ama okuryazar olmuş halkımız, mezar taşlarına okunacak bir şey yazdıramıyor; çünkü, yeterince büyük taş diktirip üstüne yazdırtacak paraları yok.

Yazmanın şehveti desem çok mu ayıp olur, kırk yıldır değil çok daha fazla yıldır yazan biri olarak söylüyorum, yazıp giderken bir de bakıyorsun, sonuna yaklaşmışsın ama başlarken aklında olanların yarısına bile değinememişsin. Bu kez de öyle oldu işte. İnsanları dinleyemez, okuyamaz olmaktan yakınmama yol açan yaygın yanlışlardan örnekler verecektim sözüm ona. Uzattıkça uzattım. Oysa okurun da bir sabrı ve o sabrın bir sınırı var.

O sınırı çok zorlamayalım ve gelecek hafta ya da, en başta değindiğimiz abuk sabuk gündemlerin zorlaması yahut kendi mücadelemizin gerekleri engel olursa, daha sonra devam etmek üzere burada bırakalım. Ne kadar kızıp söylensek de sevgili bildiğimiz halkımızın güzel deyişlerinden birini ekleyerek: “ölmez sağ kalırsak”…