İfade etmenin önemine dair Lenin’in theremin adlı çalgıyı nasıl övdüğünü hatırlayalım. Müzik bilgisi olmayan biri için dahi bir çalgıyı ıslık çalmak kadar kolay kılan theremin Lenin’i heyecanlandırır.
İşçi sınıfının kendisini ifade etme biçimi olarak sanatla ilişkisi üzerine neler söylenebilir? İşçilerin ürettikleri sanat pratikleri nelerdir? Yazdıkları öyküler, şiirler, oluşturdukları müzik grupları, kurdukları tiyatrolar nasıl yol alır? Ağır sömürü koşulları altında bir kenara zaman koymak ya da bir kenara koyulmuş paradan kullanıp da sanat yapmak nasıldır? Şunu biliyoruz: İşçiler ne kadar yoksullaştırılır ve yaşamlarını sürdürebilmek için ne kadar çok çalışmak zorunda bırakılırlarsa yaratıcı toplumsal etkinliklerden de o kadar uzaklaştırılırlar. Sanatsal yaratıcılık yaşamın dekoru değil direnişin pusulasıdır oysaki…
Kendi yaşam koşullarını yorumlayamama, kendi hikayesini kendisine anlatamama durumu durağan değildir. Hayatın her boyutunda anlam üretilir ve anlam üretemeyenlerin zihni başkalarının ürettiği anlamlara mahkum kalır. Yabancılaşma da bu sürecin bir uzantısı olarak yorumlanabilir. Yabancılaşma etkisi doğuran süreçlere direnmek için sanat önemli öyleyse, provalar da… Emekçiler bir itiraz duvarı oluşturacaksa eğer, o duvar onların sanat dallarıyla ilgilenmesiyle, kendilerini müzikle, tiyatroyla ve edebiyatla ifade etmeleriyle örülecek. İfade etmenin önemine dair Lenin’in theremin adlı çalgıyı nasıl övdüğünü hatırlayalım. Müzik bilgisi olmayan biri için dahi bir çalgıyı ıslık çalmak kadar kolay kılan theremin Lenin’i heyecanlandırır. Onu işçi sınıfını sanatla buluşturabilmenin bir imkanı olarak selamlar.
İşçi sınıfının çıkardığı dergileri, kurduğu tiyatroları ve koroları farklı zaman ve coğrafyalarda bulabiliyoruz. Örneğin 19. yüzyılda L’Atelier dergisi. Saint-Simoncu entelektüellerle işçilerin tavan aralarında geceleri çıkardıkları bir dergidir ve tarihe önemli bir nottur.
19. yüzyıl İngilteresi’ndeki tiyatro deneyimleri incelendiğinde, örgütlü işçilerin hem oyunculuk yaptığını hem de oyunların yazımına katkı verdiklerini görüyoruz. 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de sendikaların açtığı emek kolejlerinde tiyatro ve drama gruplarının varlığını biliyoruz. Bu okullar üyelerine yetişkin eğitimi verirken aynı zamanda onları mücadeleye kazandırmanın yollarını da arıyor. 1930’larda militan işçi aktivizmine ilham veren kolejlerdeki politize edilmiş eğitimde drama programları önemli bir yer tutuyor.
Ülkemiz tarihine baktığımızda ise işçi sınıfının kendi ürettiği sanat, işçi koroları, tiyatroları, serüvenleriyle birlikte araştırılmayı ve gün ışığına çıkarılmayı bekliyor. 1960-80 arasında ortaya çıkan işçi kültür dernekleri, birlikleri ve onların işçilerin dünyasındaki anlamları üzerine yeterli çalışma bulamıyoruz. Bu deneyimlerin tarihin tozlu raflarından çıkarılması, bugüne ve yarına ışık tutması ufkumuzu açacaktır. Tarihimizden üç deneyim aktaracağım: 1930’larda sosyal fabrikalarda sahne sanatları, 1970’lerde DİSK Korosu ve 2000’lerde Katık dergisi.
Sosyal fabrikanın tarihsel kökleri Sovyetler Birliği deneyimine dayanıyor kuşkusuz. Sosyal fabrika, işçilerin üretim yaptıkları fabrikayı yalnızca üretim tesisi olarak değil kültürel ve toplumsal amaçları da olan yeni bir yaşam alanı olarak kurmayı amaçlıyor. Türkiye’de 1930’larda kurulan fabrikalarda da bu süreci gözlemliyoruz: Sümerbank fabrikaları, demir-çelik fabrikaları, şeker fabrikaları, SEKA’lar… Bu fabrikaların sosyal tesislerindeki sinema salonlarında, balo salonlarında işçilerin kurduğu tiyatro grupları oyunlar sergiliyor. İşçiler oluşturdukları müzik topluluklarıyla konserler düzenliyor. Bu yıllarda işçilerin yer aldığı tiyatro ve koro deneyimleri hem onlarda hem de sonraki kuşaklarda oldukça önemli ve silinmez izler bırakmıştır.
DİSK Korosu ise Ekim 1979’da Timur Selçuk’la yola çıkar. Piyanonun tahta kalbini işçi sınıfının mücadelesi için çiçeklendiren adamın adımları sendikalı işçilerin de katılabileceği geniş çaplı bir koroyu yaşatma fikrine açılır. 12 Eylül’le birlikte hem DİSK hem de koro kapatılır. Çiçek kalır, gizliden açmaktadır. DİSK’in 50. yılında, 2017’de koro da tekrar faaliyete geçer.
Katık dergisi deneyimi de anılmayı hak ediyor. Dergi, geri dönüşüm işçileri tarafından 2006 yılından itibaren çıkarılmaya başlıyor. 2012’de 9. sayısı çıkıyor. Hiçbir reklam ve mali destek almadan 5 bin tiraja ulaşıyor. Geri dönüşüm işçilerinin hem dergide hem de katıldıkları tüm eylemlerdeki slogan müthiştir: “Kapitalizmi tarihin çöplüğüne atmayın! Beş para etmiyor!” Dergide işçilerin kalemlerinden çıkan yazılar yer alıyor: hayat hikayeleri, anılar, deneyimler, şiirler… Yaşamın zorluklarından örgütlenme çabalarına, babadan oğluna yazılan mektuptan sevgiliye yazılan aşk şiirine kadar hayatın tüm kesitleri yer alıyor bu yazılarda.
Şimdilerde işçilerin gündelik hayatlarında böyle sanatsal/kültürel etkinlikler yok desek yanlış olur, az desek doğru. Çoğu ne mahallelerde ne işyerlerinde ne de sendikalarda sanatsal/kültürel üretim içinde yer alıyor. Yaşam mekanları parçalanmış ve hayalleri başkalarının yazdığı hikayelerle bulanmış emekçilerin başka türlüsünü yapmasını beklemek de haksızlık olur. İngiliz işçi sınıfı üzerine yazmış olan Paul Willis’in şu cümlesi çarpıcıdır: “Gündelik hayat tıpkı sanat gibi en iyi haliyle devrimcidir; en kötü haliyleyse bir hapishane.” Sanatsal pratik, işçi sınıfının kendisiyle ve hayatıyla olan ilişkisini diyalektik içinde görebilmesini sağlayan eşsiz bir deneyimdir. Sanatsal pratiğin bir sonraki adımı olmaz, o hep atmakta olduğunuz adımdır. Kendisinden bir önceki ve bir sonraki adımlarda daima yeniden yaşanır. Hayat değişirken sanat oradadır. Proletaryanın ve burjuvazinin sanatı olarak, devrime ya da sınıf tahakkümünün pekişmesine etkileriyle oradadır. İşçi sınıfı sanatının amacı karar alma süreçlerinden mahrum kalanları, söz söyleme alanlarından uzakta olanları hayatın içine çekmektir.
İşçi sınıfının kuraklaşan ve zayıflayan gündelik hayatını farklı sanatsal ve kültürel deneyimlerle zenginleştirmek için imkanlar yaratmak bugünün en yakıcı konularından biridir. Bu süreci bireysel olarak yıpranan iradelerin kolektif deneyimler halinde yeniden üretimi olarak düşünmeliyiz. Ne zaman ki işçi sınıfı kendi yarattığı sanatsal pratikle buluşur, kendini kendisine anlatmaya başlamış demektir. İşte o zaman anlarız, hepimiz provadayız, devrimin provasında.