Devrim’in olağan veya olağanüstü, sıradan veya sıra dışı kabul edilmesi değil, devrime hazırlanmaktır, önemli olan. 

Devrim olağan değildir

Sonunda geldik geçen hafta sözünü verdiğim, solda “yüksek verimli ikinci strateji tartışması” dönemine… 12 Eylül’ün çıkışından 1990’ların başlarına kadar süren bu dönem bu köşede ele aldığım ilkinden, 1960’lardan farklıdır.

1960’larda dünya yüzünü sola dönüyor, Türkiye’de toplumsal dinamikler çiçek açıyordu. İkinci Savaştan sonraki ekonomik gelişme ve işçilerin mücadele deneyimleri bir birikim yaratmıştı. Aydınlar DP baskısından, Cumhuriyetin kazanımlarının aşındırılmasından bıkmışlardı. Laik ve yurtsever damarlar, dünyada sömürgeciliğin çözülmesiyle paralel, kabarmıştı. Artık üniversiteye halk çocukları da erişebiliyordu, yeni bir gençlik hareketi geliyordu. Aşiretçi geleneğin modernleşme karşısında tökezlediği koşullarda Kürt aydınları solculaşıyordu. Alevi toplumu köyden kente ve kasabaya iniyor, eşitlikçi kadim kültürü toplumun bütününde görünür hale geliyordu. Kadınlar sahnede yerlerini tek tek değil topluca alabilirlerdi...

Türkiye kapitalizmi ise 1950’li yılları krizle kapatmış, ama yeni on yılda kriz sadece derinleşmişti. Egemen güçler bölük pörçüktü. Bir yanda 60’ların ilk yarısı iki askeri darbe girişimine tanık olacak, öte yanda birinci Türkiye İşçi Partisi yüzde üç oyla bir işaret fişeği atacaktı. Ülkenin nereye nasıl gideceği sorusu siyasetin bütününün ve solun önüne gelmişti. 

Strateji tartışması teorik bir tartışmadan ibaret sanılmasın. Ülkenin kaderini etkileyecek adımların tutarlı bir sistematik haline getirilmesi gerekir. Madem soldan söz ediyoruz, sağcılarda olduğu gibi gizli kapaklı planlar işlemez. Solda düşünülene inanılır. Eylem sözle uyumlu olmalıdır. Söz değerlidir. 

Yön, TİP ve sonra TİP’de Aybar ve Boran odakları, henüz Avrupa’daki işçiler hariç örgütsüz de olsa TKP, bir örgüt olmasa da etkili bir yayın olarak Ant, Mihri Belli’nin Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist dergileri, o çizgiden ayrışan gençlik hareketleri ve bütün bunlara angaje veya bunlardan özerk, ama etkili sosyalist aydınlar… Türkiye solunun bugün ana akımlarını oluşturan yapıların, 50 yıl önceki bu tartışma ve etkileşimlerden türemiş olması veya bunlara denk düşmesi bile, dönemin ne ölçüde verimli olduğunun, kendi başına kanıtı sayılır. 

Sol geleceği temsil ettiğine, kazanacağına inanmaktaydı. Henüz toplumun çoğunluğu değilse bile, halkın vicdanı ve aklı da bunu paylaşmaktaydı. Sanki krizini aşamayan, durmaksızın yalan üreten bu sömürü düzeni arıziydi. Toplumun normali devrim’di!

*    *    *

1980’lerde ise başka bir iklim vardı. 

En başta 12 Eylül darbesi ve onu izleyen dinci-liberal bombardıman altında toplumun geneli ile sol siyaset arasındaki bağlar ciddi ölçüde kırılmıştı. 

Dünyada da ibre sağa dönmüştü. Sovyetler Birliği’nden yankılanan ses dünya devrim sürecinden değil, ülkenin ağır sorunlarından dem vuruyor, kendi derdine çözüm arayışına çekiliyordu. Batılı gazeteciler Sovyetler’de insan hakları ihlallerine dair sorgulamalarını Gorbaçov’un yüzüne yapabiliyorlardı artık. Hainimiz “ben SBKP Merkez Komite birinci sekreteriyim, bana bunu soramazsın” diye, son bir gayretle efelense de ok yaydan çıkmaktaydı. İşçi sınıfının dünya çapında en ileri kazanımı, “anavatanı” olan topraklarda sosyalizmin üstüne belirsizlikler çöküyordu. Stalin’den çoktan geçilmişti de; yoksa “Lenin de mi yanlış yapmıştı?”

Geçmişte yaşadığı krizler ve yenilgiler emperyalizmin gözünü karartmıştı. Şili darbesiyle başlayan aslında bir huruç harekâtıydı. İlerliyorlardı…

12 Eylül’de yenilgiye itiraz bile edemeyen sol bir de “özeleştiri”, Yalçın Küçük’ün tabiriyle “tövbe” psikozuna gömülüyordu. Eşitlik, özgürlük, adalet gibi değerlere değilse de, bunlar uğruna verilen mücadelelerin sonuç alıcılığına dair özgüven sarsılıyordu. Batı’dan esen yeni sol rüzgârlar “elveda proletarya” havasındaydı. O kadar ki, bambaşka bir felsefi düzeyde tartışılabilecek olan “tek doğru yoktur” türünden aforizmalar sol siyaseti sarıyordu. Doğru olduğunu iddia etmeyen bir siyasetin kimseyi ikna etme şansı olabilir mi? 

İnisiyatif tasfiyeciliğe geçti. İşçi sınıfı, sınıf partisi, emekçi halk kavram ve kategorilerini “sivil toplumculuk” istila etti. “Sivil toplumun daha çok gelişmesi gereken” bir ülkede, devrim stratejisi alay konusu ediliyor, solculuk bu kez çok daha derin bir “demokratikleşme” havuzunda başkalaşıyordu. “Piyasa planlamadan, özel girişim devlet mülkiyetinden daha verimli olabilirdi.” Solun geçmişi değersiz ve ilkel bulunuyordu. Devrimci kadro mu? “Belirsiz bir gelecek için bugünü feda etmek” aptallıktı. Sol ölülerine de sahip çıkmayacaktı yani! Yine bir Yalçın Küçük kavramıyla “Eylülist edebiyat” komünizme karşı küfür üretmeye girişmişti. 

Örgütsüzlüğün sıradanlaştığı bir sol, 1989-91 yıllarındaki kitlesel işçi hareketini nasıl politik örgütlülüğe çekebilirdi ki? Kamu emekçileri hareketlenmişti; tabii ki, bu sendikal hareketin başını, darbe öncesinde yetişmiş örgütlü, politik sol kadrolar çekti. Kitapta yazana göre, sol kadrolar kendiliğinden hareketi siyasete çekmeliydi. Şimdi ise sol kadrolar siyasete mesafeli bir kendiliğinden hareket inşa ediyorlardı…

*    *    *

Bu akışın içinde anaforlar oluşmaması eşyanın doğasına aykırıdır. Tam da öyle oldu. 

1977 kanlı 1 Mayıs’ında egemen güçler darbe stratejisini ilan ettiklerinde, sol örgütlerin neredeyse her biri kendi içinde “demokratikleşme mücadelesine devam” diyenlerle daha radikal arayışlara yönelenler arasında bölünmüştü ya; 1980’lerin ortasında da her sol kulvarın içinden tasfiyeciliğe karşı yeni bir başlangıç deneyenler çıkmıştır. İyi ki çıkmıştır…

Solda tasfiyecilik akımının düzenle uzlaşmaya dayalı bir reformizm olarak sahne aldığı koşullarda, devrimcilik sadece buna teslim olmamakla tanımlanır oldu. Bu karşıtlık bir başlangıç noktası olabilirdi. İyi de, devrimciliğin içeriği ne olacaktı? 

İşçi sınıfı esas alınmaya devam edilecek miydi? Yoksa “toplumsal hareketleri çok ihmal ettik” dolmuşuna mı binilecekti? Sınıf mücadelesi tarihin, bugünün ve geleceğin motoruysa, mücadele -büyük harfle- Partili olacak mıydı? İtibarının sarsılması için her şey yapılan Marksizm-Leninizme sahip çıkılacak mıydı? Sovyetler Birliği’nin hainleri havlu attı diye merkezi planlamada, kamu mülkiyetinde ısrar edilmeyecek miydi? Reel sosyalizme karşı komplolar alkışlanacak mıydı, yoksa 20.yüzyılda dünyanın üçte birini kucaklayan deneyim hâlâ bizim miydi? 

Bunlar büyük tartışmalardır ve aynı zamanda Türkiyeli hale de gelmişlerdir.  

Anti-komünist 141-142.maddelere karşı mücadele ediyorduk elbette; peki şeriat özlemine kâğıt üstünde set çeken 163’e de karşı çıkılacak mıydı? Solculuk 12 Eylül’e yol veren eski düzen siyasetçilerine siyaset hakkı iade edilsin diye kendini hırpalamayı da içeriyor muydu? Birileri eşini dostunu kamu işletmelerine doldurdu diye özelleştirme hayranlığı solda da meşru görülebilir miydi? Kitlelere seslenen bir partiye ihtiyaç vardı, ama bu parti sınıfının güçlü sesi mi olmalıydı, yoksa içinde her kafadan ses çıkmasıyla övünmeli, “parti-olmayan-parti” mi olmalıydı? Sosyal-demokrasiyle aynı yolun yolcusu muyduk, aramızdan sınıf farkı mı geçiyordu? Sosyalizm ulusal sorunu çözer miydi, yoksa ulusal sorun çözülmeden sosyalizm gündeme gelemez miydi? Birlik kendinde bir erdem miydi, yoksa sadece nereden geldiğimizi değil, nereye gitmek istediğimizi de önemsizleştiren bir tasfiyecilik ambalajı mıydı?

İnisiyatifi ele geçirmiş olan tasfiyeciliğe soldan gösterilen tepkilerin büyük çoğunluğu, ne denli saygın olurlarsa olsunlar, tutarlı bir sistem kurmayı ve devrimci bir örgütün yeniden inşasını önlerine koyamadılar. Çoğunun sırtında yenilgiyle kapanan eski dönemin yükü vardı çünkü... Yük kambura dönüştü. 

Türkiye devrimci ve komünist hareketinin, tasfiyeciler tarafından emildikten sonra geri kalan enerjisi, sendika solculuğuna, Kürt özgürlük hareketine iltihaka, sonraları Kürt milliyetçiliğine, burjuva demokrasisini kazanma senaryolarına akıyordu… Genel olarak sol söylediğine güvenmiyor, tutarlılık arayışını doktrinerlik sapması sayıyordu. Eskiden olağan sayılan devrim “olacak şey değildi” ama bu elbette açıktan söylenemezdi…

*    *    *

Gelenek hareketinin ayrıcalığı buradadır. Adını dünya çapında ve Türkiye’de var olan Marksist-Leninist birikimin yüzyılın son düzlüğünde zorlaşan yeni koşulları da açıklama gücüne sahip olduğu iddiasından aldı. Ama aynı birikimin sistematik zaaflarından köklü bir kopuşu hedefledi. Süreklilik-kopuş diyalektiği genel geçer bir betimlemenin ötesine taşınmazsa olmaz. 

Komintern partilerine dayanan geleneksel sol devrimci bir yorumdan geçirilmeliydi. Türkiye’nin sosyalist devrim zeminini barındırdığına işaret eden analiz sadece devralınmamalı, eşitsiz gelişme kavramıyla yeniden biçimlendirilmeliydi. Solun geçmiş “altın yıllarında” toplumun normal hali sayılan devrim, tarihe iradi, sıra dışı bir müdahaleydi aslında. Sosyalist devrim ekonomik determinizme dayandırılamazdı. Devrim günceldi, ama devrimin güncelliği Leninist bir işçi sınıfı Partisinin öncü rolünü zannedilenden çok daha büyük bir önemle donatıyordu. Devrim’in olağan veya olağanüstü, sıradan veya sıra dışı kabul edilmesi değil, devrime hazırlanmaktır, önemli olan. 

Gelenek her şeyi baştan kurmaya cüret edecek kadar “kopuş”tur. Ama yeni bir hareketi, kambursuz bir kadrolaşmayı gerçek kıldığı ölçüde solun bütün birikiminin sağlıklı unsurlarıyla buluşup harmanlanmaya açık davranacak kadar da “süreklilik”tir. 

Kopuş gerçekleşmiş, süreklilik inşa edilmiş, Gelenek Türkiye’de Leninizmin yeniden doğuşu olmuştur. Yenilen, tasfiye edilen, liberalizm ve demokratizmle harmanlanmak istenen işçi sınıfı partisi ayaklarının üstüne ancak bu yolla dikilebilirdi. 

80’li 90’lı yıllarda çıkartılan, sayısı bilemeyeceğimiz kadar fazla, örgütlü veya örgütsüz yayınların ve verilen tüm emeklerin kuşkusuz büyük değeri var. Sadece, örnek olsun; kim darbeden sadece bir yıl sonra aydınları kolları sıvamaya çağıran Bilim ve Sanat’ı hor görebilir? 80’lerde üniversiteleri yeniden ayağı kaldıran öğrenci dernekleri, üstünde çok daha fazla durulmayı hak eden bir deneyimdir. Cuntaya teslim olmak yerine bir dağ köyünde veya işkencede ölüme koşan devrimcilerin bıraktığı değerler gelecekte de anlatılacaktır, anlatılmalıdır. Liberalizmi geri püskürtmek için kalemine sarılan Marksist akademisyenler bu topraklara tazelenen güvenin harcını karmışlardır. Kitle örgütlerinde, sendikalarda devrimcinin çalışkanlığını, dürüstlüğünü kayda geçirmek az şey midir? Dinci gericiliğin yıkmaya uğraştığı Cumhuriyete sahip çıkanlar bugün açılan yolun taşlarını döşemişlerdir… Örnekler bitmez, ama zaten “verimi yüksek” bir tartışmanın tek kürsüden yapılmış olduğunu iddia etmek saçma olurdu. 

Ancak hak teslimiyle tevazu arasında da fark var. Geçmişin şifrelerini bugün sayesinde çözeriz, “insan anatomisi maymun anatomisinin anahtarıdır.” Kırk yıl öncesini doğru anlamak istiyorsak, bugünün TKP’sine bakmalıyız. TKP’nin üstünde yükseldiği zemin, Gelenek’in ön ve akıl açıcı olduğu tartışmalarla, mücadelelerle kuruldu.