'Kapitalizm koşullarında, evet, devlette devamlılığın yanı sıra kesinti ve süreksizlik de görülür, mümkündür; ama devamlılık kural, kesinti ve süreksizlik kural dışıdır.'

'Devlette devamlılık esastır'

Ülkemizde burjuva politikacılarının sık kullandıkları bir tür slogandır; bir ilkesel saptama da denebilir. Yalnız politikacılar değil, onlarla birlikte davranan bürokratlar da kimi zaman açıkça kimi zaman çekingence dillendirirler.

Burada burjuva politikacıları derken anlatılmak istenen, sınıfsal kökeni burjuvaziye yazılabilecek politikacılar değil, bu toplumsal sınıfın çıkarlarını savunan, onlar adına politika yapan kesimdir. Bunun içinde kökeni bakımından burjuva olanlar da bulunmakla birlikte, farklı sınıfsal kökenlerden gelenler de vardır ve, bir eğilim olarak, birinciler sayıca çok daha azdır. Nedenleri bu yazının konusu dışında kalıyor.

Zaman zaman süreklilik olgusuna aykırı görüntüler eksik olmasa da, 75 yılı aşkın bir süredir ortaya çıkmış ve devlette sürekliliğe işaret eden tarihsel olguların bazılarına değinmekle sınırlı bir amacı var yazının.

***

Hem CHP ile DP çizgilerinin ayrı ayrı kendi yazdıkları tarihin hem de bunlardan ne kadar farklı olduğu belirsiz “resmi tarih”in yazıp söylediklerinin tersine, 14 Mayıs 1950’den sonra olup bitenler, en azından uzunca bir süre, devlette sürekliliğin varlığını göstermiştir. Anılan seçim gününü öncesi ile sonrasını birbirinden ayırmaktan çok birleştiren bir tarih olarak görmek gerçeklere uygundur.

Kesin tarihler vermekten kaçınmak doğru olmakla birlikte, 1945-50 dönemini, Demokrat Parti’nin seçimi kazanışından sonraki dönemden farklı kabul etmek, gerçeklikten uzaklaşmak anlamına gelir. En azından DP döneminin uzunca bir bölümü için böyledir. Daha öncesini bir yana bırakalım, ikinci büyük savaşın bitimine yakın yıllardan başlayarak olup bitenler, DP dönemini hazırlamıştır. O kadar ki, DP seçimi kazanamayıp CHP devam etseydi de, birçok bakımdan, çok önemli farklılıklar olmazdı, demekte sakınca yoktur.

Bir kez, emperyalist dünyaya yamanma eğilimi apaçıktır. Bu eğilim paylaşım savaşının Nazi ordularının sosyalist ülkenin geniş topraklarının kalbine doğru büyük bir hızla ilerlediği günlerde coşkulu bir destekle, saldırganların geri püskürtülüp ezilmesinden sonra belirgin bir korkuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Elbette, bir yanda yaranma ve yamanma eğilimi varsa, öteki yanda da koltuğu altına alma ve bunu uluslararası nezaket ve benzeri ayrıntılara aldırmadan gösterme eğilimi var demektir.

Bazı açılardan bugünkü Trump’ı andıran ABD Başkanı Truman kendi adıyla anılan “doktrin” için Yunanistan ve Türkiye’yi yeterli açıklıkta işaret etmeden önce, önemli bir gösteri düzenlenmiştir. Türkiye’nin Washington büyükelçisi orada ölüp gömülmesinden yaklaşık 16 ay sonra mezarından çıkartılıp tanınmış bir Amerikan zırhlısına konularak İstanbul’a gönderilmiştir. Tanınmışlık şuradadır: Missouri adındaki bu zırhlı, ABD donanmasının en büyük gemisidir ve, daha önemlisi, Japonya iki atom bombasından sonra teslim antlaşmasını onun güvertesinde imzalamıştır. O zaman da bu tuhaf ziyaretin Sovyetler’e karşı ABD’den gönderilen bir mesaj olduğu bilinmekteydi.

Tarih 5 Nisan 1946’dır ve beraberinde iki gemiyle Missouri zırhlısının ülkemizde karşılanışını, dostça bakmayanların gözünde eğlenceli bir seyirlik, yurtseverler içinse utanç verici bir gösteri saymak yerindedir. Amerikan gemileri bizim gemilerimiz tarafından Çanakkale Boğazı’nın dışında karşılanarak onların refakatinde İstanbul’a getirilmiş; ilgili kamu otoriteleri her türlü konukseverliği göstermiştir. Bunlar arasında, basının tam bir “milli dava” yaklaşımıyla gerekli yayınları yapması, esnafın değerli konukları nasıl karşılayacakları konusunda uyarılması, kentin görünür yerlerinin pırıl pırıl temizlenmesi, o arada genelevin bulunduğu Abanoz Sokağı’ndaki binaların iç-dış badanadan geçirilmesi de vardır.

Amerikan savaş gemilerinin 9 Nisan günü uğurlanışı da ayrı bir alemdir. Genel havayı yansıtması bakımından, 9 yıl sonra İsmet Paşa’nın damadı olacak Metin Toker’in 10 Nisan günkü Cumhuriyet gazetesinde yazdıklarından bir alıntı yapmakla yetinelim: “(… ) İki kardeş milletin, yeryüzündeki ebedi barışı kurmaktan başka gayesi olmayan donanmalarına mensup gemiler, bir gelin alayı halinde Marmara’nın berrak suları üzerinde yavaş yavaş uzaklaşıyorlar. Yolunuz açık olsun dostlarımız.”

Devlette devamlılığın esas olduğu ile başlamıştık. Türkiye NATO’ya üye olduktan çok sonra da, sözün gelişi, 1967 ile 69 yılları arasında Amerikan 6. Filosuna bağlı gemiler sık sık kıyı kentlerimizi ziyaret etmişler; resmi yetkililerin konukseverlikleri ve sağcı militanların duaları, devrimci gençlerin şiddetli protestoları ile karşılaşmışlardır. Bu zaman diliminde, 1969 yılının Şubat ayındaki gösterilerde Dolmabahçe’de karaya çıkan Amerikan bahriyelileri devrimci gençler tarafından denize dökülürken, tarihimize “Kanlı Pazar” adıyla geçen 16 Şubat günü Taksim’de düzenlenen kitlesel gösteride sağcıların saldırısıyla iki devrimci hayatını kaybetmiştir.

Türkiye’nin NATO’ya girişi de sürekliliğin göstergeleri arasındadır. İlk başvuru 14 Mayıs 1950 genel seçiminin üç gün öncesinde, CHP hükümeti tarafından yapılmış; Kore’ye asker gönderme hamlesinin ardından başvuruyu 1952’de “mutlu son”a ulaştırmaksa yeni gelen DP hükümetine nasip olmuştur.

***

Söz NATO’ya gelmişken, Celal Bayar’ın ölmeden önce kendisiyle yapılan son röportajda tarihçi Mehmet Saray’a söylediklerini hatırlamak ilginç olabilir. Belleğimde kaldığı kadarıyla aktarıyorum. İsmet İnönü 14 Mayıs seçimlerinde kaybettikten bir süre sonra Celal Bayar’a “tebrik ziyareti”ne gitmiş, ondan bir süre sonra da Bayar, İnönü’nün evine “iade-i ziyarette” bulunmuş. Bayar “Paşam, NATO’ya neden girmediniz?” sorusunu yöneltince, aldığı yanıt şu olmuş: “Davet eden vardı da biz mi girmedik?” Üçüncü cumhurbaşkanının doğru söylemediğini düşünmek için bir neden görünmüyor. Olsa olsa, Tatlıses’e yakıştırılan, o sıralarda da yaygınlaşmış olduğu varsayılabilecek “Urfa’da Oxford vardı da biz mi gitmedik!” sözünden etkilenerek Paşa’nın üslubunda bir çarpıtma yaptığı ileri sürülebilir.

Gerçekten de DP’den önceki CHP hükümetleri de ABD ile ilişkileri geliştirmek ve 4 Nisan 1949’da kurulan NATO’ya girmek için yeterince çaba göstermişlerdir. Burada bir süreklilik olduğu kesindir. Orada da kalmamış, DP hükümetini devirerek gelen 27 Mayısçılar da aynı sürekliliği korumuşlardır. Daha en başta, 27 Mayıs’ın tutumunu içeriye ve asıl dışarıya ilan eden albay Türkeş’in radyoda okuduğu bildirideki “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” sözü, benim gibi çocuk yaştaki dinleyenlerin bile belleğindedir. Ne yazık, bugün de aynı NATO’culuğun CHP’nin soluna doğru yaygınlaşarak sürdüğünü görüyoruz.

Devlette devamlılığın özlemler ve topluma gösterilen hedefler söz konusu olduğunda da geçerlilik taşıdığına ilişkin birçok veri bulunuyor. Örnek olsun, yaygın söylentinin tersine, “küçük Amerika olma” özleminin ilk dillendirilişi DP döneminde değildir. İlk olarak, CHP’nin o sıradaki başbakan yardımcısı, yıllar sonra, 12 Mart paşalarının başbakanı olarak gösterdiği üstün performansla, özgürlüklerin üstüne örttüğünü açıkça söylediği nesne ile anılarak “şalcı” unvanına layık görülmüş, 12 Eylül’e yaklaşılırken de Dev Sol militanlarınca infaz edilmiş olan Nihat Erim tarafından dile getirilmiştir. Yer İzmit Halkevi, tarih ise 19 Eylül 1949’dur. “Küçük Amerika olacağız” özlem ve hedefi, DP döneminde ve cumhurbaşkanı Bayar tarafından, 1957 seçimleri öncesinde, 20 Ekim’de, Taksim’de yinelenmiştir.

Nihat Erim’in özlemini dile getirdiği tarihte, CHP’nin şimdiye kadarki son tek parti hükümeti aynı yılın Ocak ayından beri görevdedir. Başbakanı eski medrese hocası, ilahiyatçı Şemsettin Günaltay’dır. Kendisi için “benim Şemseddin’im” diyen Mehmet Akif’in başyazarı olduğu İslamcı Sebilürreşad dergisinin yazarları arasında bulunan Günaltay dönemini bizim Yalçın Hoca, ilk baskısı 2010’da yapılan Çöküş adlı kitabında “dine dönme” olarak adlandırıyor.

Ardından devam ediyor: “(…) ilahiyatçı Şemsettin’in 1949 yılında başvekil olması, başlı başına çöküş’tür ve her çöküş bir dönüş’tür. Kim çökerse çöksün, çöküşün bir ortak hali var, çökerken, Orta Çağa dönüyoruz ve zamanı, umudu, öfkeyi, insanlığı unutuyoruz. Otuzlu yılların ortalarında başladı ve kırklı yılların ortalarında kurumlaştı, çöküş budur. Şemsettin Günaltay’ın yerini Adnan Menderes ile değiştirmesi kadar bir devamlılık düşünemeyiz; aralarında bir fark bulmak zordur. Belki modernite açısından bir fark görebiliriz, varsa, Menderes’in lehinedir.”

Kısaca toparlayacak olursak, kapitalizm koşullarında, evet, devlette devamlılığın yanı sıra kesinti ve süreksizlik de görülür, mümkündür; ama devamlılık kural, kesinti ve süreksizlik kural dışıdır.

***

Devlette sürekliliğin temel olması, bunun bir motto olarak gelip geçen iktidarlarca yinelenmesi, sözel olarak yinelenmenin ötesinde, çoğu kez birçok uygulamada ilke düzeyine çıkarılması, toplumsal sınıf ve katmanlar arasındaki mücadelenin ortadan kalktığı anlamına gelmez. Toplumsal sınıflar var oldukça, özellikle de bunların çıkarları arasında şiddeti zaman içinde farklılaşan çatışmalar söz konusuysa, sürekliliğin açıkça görülmesi, ciddi bir güçlük yaratabilir.

Bizim ülkemiz bunun örneklerinden biridir. Son yirmi yılda olup bitenler ile onların bugün ulaştığı noktayı, baştan beri üzerinde durduğumuz esasın ya da ilkenin pek o kadar geçerli olmadığının yahut çiğnenebildiğinin göstergesi sayanlar çıkabilir. Bununla birlikte, hiçbir ilke ya da esasın mutlak olmadığını, oluşturulduğu nesnel koşulların gelişimine bağlı olarak biçimlendiğini, hatta biçimlenme dediğimizin yokluk görüntüsü yaratacak düzeye ulaşabildiğini unutmamak gerekir. Ancak, bunun en cüretkâr aşamasında bile devlet iktidarının özü bakımından köklü bir değişiklik olmaz; yine de, kapitalizmin son aşamasında bulunduğu günümüz koşullarında, sömürücü sınıfın içinde kapitalizm öncesi formasyonların uzantısı olarak yaşayacak bazı özgül katmanların doğması ve yeni koşullara uyum sağlayarak güç kazanması mümkün olabilir. Devletteki sürekliliğin onun sönümlenmesine yönelik olarak ortadan kaldırılmasının önkoşulu, yalnız ve ancak, o iktidara emekçi sınıflarca el konulmasıdır. Bunun gerçekleşmesi ise emekçi sınıf ve katmanların kendi iç çelişkilerindeki uzlaşmazlıklardan arınarak örgütlenmelerine, böylece karşılarındaki egemen sınıfların sarsılmaz sanılan gücünü alt edebilir duruma gelmelerine bağlı olacaktır.