Devletin en temel fonksiyonunu bile yerine getirememesinin nedeni, şirketleşmesi. Halkını koruyamayan, halkının sorunlarına derman olmayan devlet, çıplak hale gelir, meşruiyetini kaybetmeye başlar.
Ekranlarda, gazetelerinde aynı şeyi söyleyip duruyorlar.
“Devlet konut yapacaktı karşı çıktılar.”
“Devlet her şeyi yapıyor ama yapmıyormuş gibi davranıyorlar.”
“Devleti aciz gösteriyorlar.”
Yaşanan şoku atlattıktan sonra bulabildikleri tek argümana sarıldılar ve devam ediyorlar!
Birincisi, tepesinde kimlerin oturduğundan bağımsız bir devlet yok. Bugün devletin hangi sınıfın çıkarları için var olduğunu uzuun uzun konuşacak elbette değiliz. Yaşadığımız felaket buna izin vermiyor, çünkü depremin kimi, hangi sınıfı vurduğu, hangi sınıfın beton iştahını kabarttığı o kadar açık ki bunu anlatmak gereksiz kalıyor...
Ama başka açıdan devlet karmaşık bir organizasyon biçimidir de. Halkın kendi işlerini, kendi sorunlarını, geleceğini, yaşamını düzenlemek için yarattığı bir mekanizmadır.
Daha doğrusu öyle olması gerekir ve beklenir…
Devlet halkın devleti değilse, halk için devlet değilse bunun birinci nedeni devletin nasıl ve kimler için yönetildiğiyle ilgilidir.
Peki nasıl yönetiliyor bizim devletimiz?
Erdoğan’a göre şirket gibi… Ne demişti: “Benim bir lafım var biliyorsunuz. Devleti şirket gibi yönetmek. Bunu başarırsak netice alırız.”
O neticenin gösterdiği tek bir şey var: Devletin en temel fonksiyonunu bile yerine getirememesinin nedeni, şirketleşmesi.
Devlet bütün mekanizmalarıyla, koridorlarıyla şirketleşmeye, kâr ettirmeye, zenginlere para akıtmaya, büyük patronların işlerini görmeye o kadar uyum sağlamış ki bütün bu çürümüşlüğü perde arkasında saklama işlevini de kaybetmiş.
Halkını koruyamayan, halkının sorunlarına derman olmayan devlet, çıplak hale gelir, meşruiyetini kaybetmeye başlar.
Ama Türkiye büyük bir ülkedir. Yapabilme kabiliyeti olan, yeterli kaynaklara sahip, dinamik bir ülkeden söz ediyoruz. Böyle bir ülkede devletin tepesinin, içinin ve hatta yüzünün çürümesi her zaman yeniyi ve yenilenmeyi davet etmiştir.
1919 yılının başlarını düşünün.
İngilizler Haydarpaşa Garı'nı işgal etmiş, Urfa’yı Maraş’ı ayaklarıyla kirletmiş, Fransızlar Kozan’a Ereğli’ye, İtalyanlarsa Antalya’ya girmiştir.
Padişah ve İstanbul Hükümeti halkını düşmanla işbirliği yaparak “koruma”nın peşine düşmüş, çeteler ve fırsatçı cemiyetler kol gezmeye başlamıştır.
Yurdun geniş toprakları gerçek otoriteden yani ne yaptığını bilen bir kafadan açıkça yoksun kalmış ama başka bir tür kafa da hızla çoğalmaya başlamıştır.
O kafa bütün gücüyle devletin mülkiyetine tutunmuş ve yeninin doğmasına engel olmaya çalışmıştır.
Aynı günlerde yola koyulan Teali-i İslamcılar ve İngilliz muhipleri, Kuvâ-yi Milliye’yi “eşkıya” ya da “hain” olarak nitelerken belli bir plana göre hareket etmektedir. Damat Ferid İngiltere'nin himayesini sağlamak için Amiral Calthorphe'a proje önerirken aklında elbette bir plan vardır.
Kurtuluş hareketine “ne hakla kendinize Kuvâ-yi Milliye dersiniz, ne hakla İngiliz’e kafa tutarsınız” derken o plana göre hareket etmekte ve kendilerini “devlet” yerine koymaktadırlar.
Öyleki Anadolu’daki kurtuluş hareketi İstanbul’un planlarını bozmakta, Osmanlı Devleti’ni “aciz duruma” düşürmekte, İstanbul’daki “otorite”yi yok saymaktadır…
Halbuki ortada devlet namına bir şey kalmamıştır. Ülkeyi kendi mülkü belleyen padişahtan kurtulmadıkça da bu durum değişmeyecektir. Nitekim yeni bir devlet için yeni bir otorite gerekmektedir. Yeni bir otorite ise yalnız dış düşmanlardan değil iç düşmanlardan da temizlenerek kurulabilir.
Bu bir güvenlik sorunudur, ölüm kalım meselesidir. Ama aynı zamanda sınıfsal bir meseledir.
Bugün Türkiye’yi neyin içten içe oyduğunun, kemirdiğinin ve çürüttüğünün iyi anlaşılması gerekir.
Türkiye ABD’nin İngiltere’nin AB’nin parayla satın almalarına, aşağılamalarına, NATO’nun çadır kent adı altında işgaline açık hale geldiyse bunun nedeni birilerinin devletin mülkiyetine sahip olmasındandır.
Devleti kendi aparatı bellemiş, yoksulları bastırmak, kendi vergilerini “affettirmek” için dizayn etmiş bir asalak sınıf yalnızca bu işten para kazanmakla kalmıyor, emperyalistlerle el sıkışarak Türkiye’ye şekil vermenin anahtarını da elinde tutuyor.
Çünkü devletin sahibi kendileri…
Çünkü bu ülkede hiçbir siyasetçi bu büyük patron takımının, adını verelim Koçların, Sabancıların onayını almadan bir şey olamıyor.
Çünkü muazzam bir kaynağın üzerinde otururken ancak sadaka vermeyi tercih eden TÜSİAD’ın zenginleri ABD’nin AB’nin elini sıkmayanı ciddiye almıyor.
Çünkü dün el sıkışanların iktidarı vardı bugün de.
Çünkü devlet onların fabrikaları, bankaları, yurtdışı bağlantıları olmadan ayakta kalamıyor.
Çünkü devlet şirketleşti.
O halde Türkiye’ye yeni bir devlet gerekiyor.