CHP iç ve dış sermayenin huyuna/suyuna göre hareket edecekse -ki aksi pek devrimci bir tutum olurdu- sulandırılmış/boyanmış “devletçilik” ilkesini altıoku arasından atma yürekliliğini de göstermelidir
CHP tüzük kurultayına gidiyor. Önümüzdeki ilkbaharda da program kurultayı yapılacakmış. Bu arada, siyasi ömrünü tüketmiş olanların “seçimli kurultay” hevesleriyle iç siyasi tartışmaların yönünü buraya çekmeye çalışmaları da bu kurultayların içeriğinin kolayca çarpıtılabileceğini gösteriyor.
“Peki bu kurultayların içerikleri kişisel çekişmelerle çarpıtılmasa ne olurdu ki?” sorusunu soranlar varsa, onlar da haksız sayılmazlar. Altı okun “devletçilik” ilkesini simgelediği varsayılan ortanca (ve en uzun) okunun yarısının partinin çevreciliğini temsilen yeşile, diğer yarısının da partinin cinsiyet eşitçiliğini simgelemek üzere mora boyanması büyük projesi duyurulunca, içeriğe dönük çok fazla beklenti içinde olmamak gerektiği hemen anlaşılıyor zaten.
Kısa tarihçe
CHP altı ilkesinden dördü CHP’nin 1927’deki İkinci Kurultayı’nda (Birinci Kurultay olarak, 1919’daki Sivas Kongresi kabul ediliyor) programa işlenmişti. (Daha öncesinde, 8.4. 1923’te “Dokuz İlke” açıklanmıştı). Bu dört ilke Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik ilkeleriydi. 1931’deki Üçüncü Kurultay’da bunlara Devletçilik ve Devrimcilik ilkeleri eklenecekti. 1930’lar, devletçiliğin bir planlı sanayileşme programı çerçevesinde uygulandığı bir dönem olmak bakımından bu ilkenin getirilmesi için en uygun koşullara sahipti. “Devrimcilik” (inkılapçılık) ise, 1920’lerdeki hızını bir ölçüde yitirdiği bir dönemde gündeme getirilmiş oluyordu. Halkçılık ilkesinin 1931 Kurultayı’nda büründüğü yeni anlam çerçevesi ise, sınıfsız-imtiyazsız bir kitle ideolojisi inşasını yani bir tür korporatizmi ima etmekteydi artık. 1937’de CHP’nin Altı oku, Anayasa’nın temel ilkeleri arasına katılacaktı.
CHP önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemi, zaferle sonuçlanan bir ulusal kurtuluş savaşının siyasi, hukuki, iktisadi, idari, ideolojik alanlarda ilerletilerek bir siyasi devrime dönüştürülmesi ve bağımsız bir ulus-devlet yaratılması mücadelesiydi. Bu bir burjuva demokratik devrimiydi ve 20. yüzyılda kapitalist sistem içinde kalarak yapılabilen radikal bir aydınlanma devriminin çok kısa sürede başarılabilmesine tarihi bir örnekti.
1946’dan itibaren CHP’nin bu ilkeleri kararlılıkla savunamaz duruma düşmesi, siyasetin sağcılaşmasına ve bağımsızlığın aşınmasına koşuttur. CHP’nin, “savunamamak” konumundan “geri adım atma” konumuna erkenden gerilediği iki ilkesi ise, laiklik ve devletçilik olacaktır. Laiklik ilkesinin aşındırılması henüz CHP iktidarda iken başlatılacak ve çok partili sistemde bu geri çekilişe dayanılarak bir başarı yakalanmaya çalışılacaktır. Sonunun hüsran olduğunu biliyoruz. Ama CHP’nin bu alandaki geri çekilişi izleyen onyıllarda da sürecektir. En keskin dönüm noktası, laikliğin büyük tehdit altında olduğu AKP döneminin ortasında, 2010’da, “laiklik tehlike altında değildir” herzesiyle ortaya çıkacaktır. 14 yıl sonra bugün, laikliğin ilke olarak savunulmaması politikasında değişen bir şey yoktur.
Sermayenin sağ partilerinin hedefinde olan devletçilik ilkesi ise, 1950’lerin muhalefet döneminde artık öne çıkarılmayan bir ilkeye dönüşürken, 1960’larda ise bu ilkeyi savunma mahcubiyeti ve çekingenliği kavramın içeriğinin boşaltılmasıyla sonuçlanacaktır: 1964’teki 17. Kurultay’da devletçilik ilkesi “demokratik devletçilik” biçimini alacaktır. Böylece 1930’lardaki devletçilik uygulamalarına zımnen “anti-demokratik” sıfatı yakıştırılmış olacaktır. 1965’te benimsenen “ortanın solu” ilkesi ise, “madenlerde devletçilik ve sanayide karma ekonomi” ifadesinin ötesine geçmeyecek, 1990’lardan itibaren kurulan koalisyon hükümetlerinde bunlar artık söylem düzeyinde dahi terkedilecektir.
Devletçilikten özelleştirmeciliğe
Bunun daha da ötesine geçilmesi, 1991-95 yılları DYP-SHP koalisyonları döneminde ve 8 Şubat 1995 ile 6 Mart 1996 arasındaki DYP-CHP koalisyonunda, nihayet DSP’yi de içeren Haziran 1997-Kasım 2002 dönemi koalisyonlarında merkez sol yaftası vurulan siyasi hareketlerin özelleştirme günahına ortak edilmesidir. Bunda sermayenin hesapları ve telkinleri kuşkusuz her dönemde olmuştur; ama Ecevit Hükümeti döneminde IMF’ye verilen 9 Aralık 1999 tarihli Niyet Mektubu, uluslararası sermayenin dayatmalarına boyun eğişin doruk noktasını oluşturacaktır.
Dünkü Cumhuriyet’teki yazısında Mehmet Ali Güller “CHP özelleştirmecidir” alt başlığı altında 1990’larda SHP ve CHP’nin katıldığı özelleştirme uygulamalarını parti başkanları ve özelleştirilen kurumların isimleri üzerinden sıralayarak çok iyi bir belge oluşturmuş. Biz benzer bir tabloyu 2023’te Ö. Faruk Çolak editörlüğünde yayınlanan dört ciltlik “Yüzyılın Ekonomisi” adlı kitap derlemesinde yer alan “Özelleştirme: İlkel Sermaye Birikimi” başlıklı makale için oluşturmuş ve DSP’yi de içeren siyasi dönemler itibariyle elde edilen toplam özelleştirme gelirleri ile bunun yaklaşık yıllık ortalamalarını vermiştik. Ekte sunuyoruz.
1986’da özelleştirme uygulamalarını (IMF programının da etkileriyle) başlatan ANAP/Özal iktidarı, hukuki koşulları hazırlamadığı ve sendikal/yargısal engelleri aşmakta zorlandığı için uygulamayı hızlandıramamış, ancak gene de geri döndürülemeyecek bir sürecin ilk tetiğini çeken olmuştur. Kendi döneminde yılda ortalama 148 milyon dolarlık “zayıf” bir özelleştirme uygulaması yaşanmıştır. Bu dönemin en dikkat çeken özelleştirmesi, 1989 yılında yerli KİT ÇİTOSAN AŞ’nin bir Fransız KİT’ine satılması olmuştu! (Gerçi dava süreçleri sonucunda bu satışın hukuken kesinleşmesi izleyen koalisyon hükümetine kalacaktır ama bizce ANAP’a yazılmalıdır).
ANAP uygulamada zayıf kalmış olabilir ama 1980’lerde hazırladığı ideolojik zemin 1990’lara miras kalmış ve DYP-SHP koalisyonunun doğrudan etkilemiştir. Bu ortaklığın ilk “koalisyon protokolünde” her ne kadar stratejik KİT’lerin özelleştirilmesinin program dışı bırakılması kararlaştırılmış ise de, birkaç hafta sonraki “Hükümet protokolünden” başlayarak dengeler özelleştirmeden yana kaymaya başlamıştır. Nitekim bu koalisyon döneminde 2 milyar dolara yakın toplam bir özelleştirme yapılmış ve önceki dönemin yıllık ortalaması üç katından fazla aşılmıştır.
1996’dan itibaren kurulan ANAYOL, REFAHYOL, ANASOL-D, DSP-ANAP-MHP koalisyonlarının ikisinde DSP hükümet ortağıdır, ayrıca 1999’da 5,5 aylık bir dönemde tek başına Ecevit başbakanlığında azınlık hükümeti kurucusudur, koalisyonların sonuncusu olan 57. Hükümette (1999-2002) ise birinci partidir ve Başbakan yine Ecevit’tir.
1996-98 dönemindeki üç koalisyonda yıllık özelleştirme ortalaması 605 milyon dolara, izleyen DSP ağırlıklı dönemde 853 milyon dolara çıkacaktır. Bütün bunların 2004-2014 döneminde yıllık ortalaması 5 milyar dolara yaklaşan (hatta bazı yıllarda AKP öncesinin toplam 8 milyar dolarlık seviyesini yıllık bazda aşan) AKP özelleştirmeleri yanında pek sönük kaldığı açıktır ama meselemiz “merkez sol”, “demokratik sol” ve “sosyal demokrat” sıfatlı hareketlerin özelleştirmeye ne denli bulaştırılmış olduklarının ve ilkesel bir karşıtlık içinde olma aşamasını çok gerilerde bırakmış olduklarının iyi anlaşılmasıdır.
Hangi program?
CHP’nin 2025’te toplayacağı söylenen program kurultayı, mevcut programı değiştirecektir. Bunun iyi yönde bir güncelleme olup olmayacağını bilmiyoruz ama yukarıda yazılanlar bir fikir verebilir. Şimdiye kadar yazılanların ima ettiği gerçeklik, CHP’nin “devletçilik” ilkesini boyalı veya boyasız formunda tutmaya devam edeceği ama genel (uzun vadeli) programında veya uygulamaya dönük (konjontürel) bir iktidar programında devletleştirme uygulamasına asla yer vermeyeceğidir. “Beşli çete” söylemlerinin bile geride kalması bunun, hâlâ gerekliyse, bir başka işaretidir.
Bu arada 2023’teki Mayıs seçimleri öncesinde “Altılı Masa”nın programı da benzer bir pozisyona işaret etmekteydi. Program neoliberal bir öze ve araçlara sahipti. Peki Mehmet Şimşek’in IMF beğenilerini de alan istikrar programına CHP’nin cepheden bir karşıtlığını ve onun bütünsel bir alternatifini hazırladığını duyan oldu mu?
CHP hem uzun vadede geçerli olacak hem de güncel konjonktüre yanıt verecek uygulama (istikrar/kalkınma) programlarını oluştururken, iç ve dış sermayenin huyuna/suyuna göre hareket edecekse -ki aksi pek devrimci bir tutum olurdu- sulandırılmış/boyanmış “devletçilik” ilkesini altıoku arasından atma yürekliliğini de göstermelidir. Yok kendine göre devrimci bir hatta kalacaksa, kuruluş döneminin ilke ve uygulamalarından başka yöne bakmasına gerek olmayacaktır. Kuşkusuz geliştirmelere açık olarak. (Bu bir başka yazının konusu olabilir). Ama bugün örneğin tarımı dışa bağımlılıktan kurtarmanın, çiftçiyi tarımsal üretimde tutabilmenin, gıda egemenliğini sağlayabilmenin ve tüketicinin gıdaya erişimini güvenceye alabilmenin yolu devletleştirmelerden, devletin yeniden üretime girmesinden geçiyorsa -ki kesinlikle öyledir- o zaman bunun gereği yapılmalıdır. Eğer bu illa boyama merakı sürdürülerek yapılacaksa, o zaman devletçilik oku ancak kızıla boyanabilir.