Merak etmesin devletçi politikaların savunusu CHP’nin boyunu zaten fazlası ile aşar. Belli ki yeni görevlere soyunan CHP’nin gündeminde düzenin normalleşmesi yer almaktadır. 

Devletçiliğin rengi

CHP Genel Başkanı eylül ayında gerçekleştirecekleri kurultay sürecini duyururken CHP’nin tüzük ve programının yanı sıra parti ambleminin de değerlendirileceğini ifade etmiş. Özel CHP’nin parti ambleminde yer alan 6 oktan biri olan ve Devletçilik ilkesini temsil eden okun rengini değiştirebileceklerini dillendirerek yeni bir tartışmayı başlatmış oldu. Bunu neden yaptığı ve CHP’nin ambleminin ne olacağı CHP’nin bileceği iştir. Evet, CHP belli ki üstlendiği rol ve misyon nedeniyle önümüzdeki süreçte de geçtiğimiz süreçte olduğu gibi biz komünistlerin değerlendirme ve eleştirilerinin fazlasıyla muhattabı olmaya devam edecek. Ama ben bugün açılan tartışmanın devletçilik ile ilgili kısmına dair birkaç hatırlatmada bulunmak istiyorum.

Özel’in de konuşmasında yer verdiği Devletçilik kavramı ve bu kavrama dair yorumlara en son pandemi döneminde tanık olmuştuk. Tüm dünyada hayatı durduran pandemi koşulları piyasacılığın toplumsal yaşamda yarattığı arızaların ölçeğinin görünür hale gelmesi açısından çarpıcı bir tablo ortaya çıkarmıştı. Birbirlerinin aşılarına, maskelerine, test cihazlarına el koyan ülkeler gördük. Salgını önleyici aşı ve ilaç arzını kâr hesapları ve rekabet güdüsüyle yönetmeye çalışan tekellerin insan hayatı üzerinden kısa bir süre içinde nasıl büyük servetler elde ettiğini gördük. Sadece sağlık hizmetlerinin değil, gündelik hayatın her alanının piyasacılık denilen o vahşiliğin sonucu olarak nasıl parça parça edildiğini, korunaksız hale getirildiğini, toplumların aslında ne büyük bir çaresizlik içerisinde bırakıldığını yaşamış olduk.

İşte o günlerde kimi sermayedarların ve düzen siyasetçilerinin devletçiliğin gerekliliğine dair yorum ve değerlendirmeler yaptığına da tanıklık ettik. Bu değerlendirmeleri belirleyen iki kaygı öne çıkıyordu: Bunlardan ilki olağanüstü koşullarda devletin sermayenin varlığını ve kârlılığını güvence altına alacak müdahalelerde bulunmasına dair ihtiyaçtı. Hatta bu müdahalelerin normal işleyişin dışına çıkması, kimi sektör ve alanlarda sermaye lehine üretim ve hizmet arzında bulunmayı kapsayan noktalara taşınması bile tartışılır hale gelmişti. Elbette bu meselede kaygının yanında fırsatlar boyutu da vardı. Özellikle de tekeller pandeminin yarattığı kimi fırsatlardan yararlanabilmek için devlet eline ihtiyaç duydu ve bunu açıkça ifade etti. 

Çin ekonomisi, pandemi koşullarına karşı Çin’in hem ekonomik olarak hem de toplumsal yaşamda nasıl direngenlik geliştirdiği, devlet müdahalelerinin ve belirleyiciliğinin bu süreçteki önemi gündeme getiriliyordu. Rusya’da ise 90’ların neredeyse her şeyin yağmalandığı, mafyaların ekonomi alanında cirit attığı, ekonominin tepe taklak gittiği krizli döneminden Putinli yıllarda devletin müdahaleleri ile nasıl çıkıldığına dair gözlem ve değerlendirmeler paylaşılıyordu. Bu değerlendirme ve tartışmaların siyaset alanına tercümesi ise dünyada yükselen otoriterleşme eğilimiydi. 

İkinci kaygı konusu ise toplumsal yaşamın sürdürülmesi ve yönetiminde ciddi aksamaların ve telafisi güç durumların sıklık ve şiddetindeki radikal artıştı. ABD’de binlerce insanın ceset torbalarında toplu mezarlara gömüldüğü, Avrupa’da yüzlerce yaşlının yaşlı bakım evlerinde ölüme terk edildiği manzaralar sarsıcıydı. Ardından gelen işsizlik, yoksullaşma, hayat pahalılığı manzaraları dünyanın dört bir yanında sürdürülemez bir görüntü ortaya çıkarmıştı. Türkiye’de de işsizlikle beraber özellikle doğalgaz ve elektrik faturalarındaki fahiş artışlar katlanılamaz bir tablo ortaya çıkarıyordu. Ali Babacan gibi liberalliğinden şüphe duyulmayacak kimi siyasetçiler bile o dönem elektrik dağıtım işletmelerinde kısmi devletleştirmeyi gündeme getirir hale gelmişti. Devlet başta işçi sınıfı, halkın düzen dışı aranışlar içerisine girmesine engel olmalı, düzenin sürekliliğini sağlayıcı müdahalelerde bulunmalıydı. Gerekiyorsa devlet halkı ölümden kurtarıp sıtmaya razı edecek kimi devletleştirme müdahalelerinde bulunmalıdır demeye getiriliyordu.

Oysa devletçilik tartışması düzen cephesinde seksenli yıllarda başlayan doksanlarda devam eden AKP iktidarı döneminde ise büyük bir yağma ile fiilen sonlandırılmış bir tartışmaydı. Özel güzeldi, devlet hantaldı, devlet işletmeleri halkın ve ülkenin sırtında birer yüktü. Erdemir, Kardemir, Poaş, Petkim, Seka, Telekom, Tüpraş, Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Türkiye Kömür İşletmeleri, Madenler, Tekel, Elektrik Dağıtım İşletmeleri, Limanlar... Yüzlerce, belki binlerce devlet işletmesi, fabrika, kamu arazileri, ülke kaynakları özelleştirildi. Yani tekellerin yağmasına açıldı. Ortadaki yağma akla hafızaya sığacak gibi değildi. Kimi tekeller özelleştirme ihalelerinde vadettikleri borçları hiç ya da eksik ödediler. Kimileri ise vadettikleri borcun bir kısmını el koydukları işletmelerin kasalarında hazırda duran para ile ödediler. Poaş özelleştirmesinde içinde Doğan Holding’in de yer aldığı konsorsiyum Poaş’ın yakıt ikmali için kullandığı gemileri 1 TL bedel karşılığı almış oldu. Tekeller yerlisi yabancısı fark etmeksizin ülkenin kaynaklarının üzerine çöktüler. Sadece var olan fabrikaları, binaları ya da arazileri değil bu devlet işletmelerinin üretim ve hizmet sunduğu pazarlara da konmuş oldular birçok örnekte. 

Özelleştirmeler, yaşadık ve gördük ki temel haklarımızın da artık hak olmaktan çıkması, ancak parası olanın yararlanabileceği metalar haline gelmesi demekti. Halkın iletişimden kılık kıyafete, beslenmeden elektriğe temel belli ihtiyaçları Telekom, Sümerbank, Et ve Balık Kurumu, Elektrik Dağıtım İşletmeleri gibi özelleştirme örneklerinde olduğu gibi hak olmaktan çoktan çıktı. Sağlık ve eğitim gibi temel hizmet alanlarında ise devlet sorumluluğundan adım adım çekilirken sermaye bu alanları kâr kapısı haline getirdi. Türkiye özel okul ve özel hastanelerle dolup taştı. 

Bugün halkın yaşadığı yoksulluğun en önemli nedenlerinden biri bu özelleştirmeler ve özelleştirmelerin ortaya çıkardığı sonuçtur. Maalesef Türkiye’de artık halk hayati birçok temel hakkını fiilen yitirmiş durumdadır. Anayasa’da hâlâ sosyal devlet olma vasfı bir tanım olarak geçmekle birlikte devlet bugün halkın temel haklarını karşılama anlamına gelen neredeyse bütün yükümlülüklerini fiilen bırakmıştır. Devletin ekonomik ve sosyal yaşamdaki fiili varlığı doğrudan tekellerin çıkarlarının savunusuna daralmış durumdadır.

Geçmişte sanki devlet halkın haklarını mı koruyordu itiraz ve sorusu yanlış ve bugünkü fotoğrafın açıklanabilmesi açısından yanıltıcıdır. Maalesef 90’lı yıllarda Türkiye’de solun hiç azımsanmayacak bir kesimi özelleştirme tartışmalarına yaklaşımında bu hatalı ve çarpık tutum sonucu özelleştirme saldırılarına karşı gereken devletçi ve kamucu yanıtı verememiştir. Hiç atlanmaması gereken nokta, kapitalist düzenlerde sosyal devlet tanımının gündeme gelmesini sağlayan işçi sınıfı hareketinin ve sosyalizmin 20. yüzyılda sahip olduğu güç ve etkidir. 

Devletçilik kavramını ve devletçilik tartışmasını devletin sermaye ve tekellerin çıkarları adına ekonomi alanına müdahalesi tanımına daraltmak bu nedenle yanlıştır. İşçi sınıfının bugün insanca yaşayabilmesi için gerekli temel ihtiyaçların karşılanabilmesi ancak devletçi politikalarla mümkündür. AKP ve CHP başta düzen siyasetinin hiçbir unsurunun gündeminde devletçi politikalar asla ve asla yoktur. Pandemi koşullarında korumacı bir kaygı ile panik halinde gündeme gelen acabalar yerini piyasanın aç gözlülüğünü daha fazla nasıl doyururuz telaşına çoktan bırakmıştır. 

CHP Genel Başkanı Özel biraz da bu nedenle devletçilik okunun renginden bahsederek devletçilik kavramının yükünden kurtulma çabası içinde olabilir. Merak etmesin devletçi politikaların savunusu CHP’nin boyunu zaten fazlası ile aşar. Belli ki yeni görevlere soyunan CHP’nin gündeminde düzenin normalleşmesi yer almaktadır. 

Bugün devletçi politikaları hayata geçirebilmek ise ancak bu yağma ve sömürü düzeninin sonlandırılması ile mümkün olacaktır.