... sol siyaset sahnesinde güçlü bir şekilde yer almadığı ve gidişata müdahale etmediği sürece, Türkiye bir felaketin eşiğinde durmaya ve başına gelecekleri sessiz bir şekilde beklemeye devam edecek.

Derinleşen kriz, kırılmaya yaklaşan fay hatları

En geç bir yıl içerisinde seçimlere gidecek olacak Türkiye’de, yaşanan ekonomik krize paralel bir şekilde hegemonya krizi de derinleşiyor, düzenin kırılganlıkları artıyor. Ekonomiyi kendi elleriyle büyük bir çıkmazın içine atan AKP, hayat pahalılığı ve yoksulluk derinleştikçe yönetmekte zorlanıyor, kitlelerin rızasını alma gücü giderek azalıyor ve bir bütün olarak zayıflıyor. Ancak bu zayıflamaya mukabil, muhalefet partileri iktidarın karşısında gerçek bir alternatif haline gelemiyor, halka gerçekçi bir çıkış yolu sunamıyor ve bu da halkın öfkesinin yanına umutsuzluğu ekliyor, çıkışsızlık hissini büyütüp güçlendiriyor.

İktidarın rıza üretmede zorlanması ve muhalefetin de sahici bir seçenek haline gelememesi, krizi sadece ekonomik olmaktan çıkartıyor ve çok boyutlu bir karaktere büründürüyor. Öfke, umutsuzluk ve çıkışsızlık hissi toplumsal bunalımı, korkuları ve histeriyi derinleştiriyor. Türkiye’deki bütün politik ve toplumsal fay hatlarının adeta tek bir dokunuşla harekete geçebilecek ve büyük bir deprem fırtınasını tetikleyebilecek derecede gerilmiş durumda olduğu görülebiliyor.

Ümit Özdağ ve partisi, tam da bu çoklu kriz ve kırılganlık haline, tam da bu toplumsal ruh haline oynuyor. Özdağ, Türkiye’nin şu an en tehlikeli fay hattı olan sığınmacı/göçmen sorununa, üstelik bu fayı kırmaktan hiç de çekinmeyecek bir şekilde yükleniyor ve kendisine buradan alan açıyor, bu zemine basarak güçleniyor, siyasetin belirleyici aktörlerinden birine dönüşüyor.

Sadece şu son bir ayda yaşananları şöyle bir hatırlayalım. Özdağ, önce çıkıp kendilerinin cumhurbaşkanı adayının Mansur Yavaş olduğunu, Millet İttifakı’nın adayının Yavaş olması gerektiğini, eğer aday gösterilmezse Yavaş’la görüşerek onu adaylığa ikna etmeye çalışacaklarını söyledi. İşin doğası gereği Yavaş bu açıklamalardan pek memnuniyet duymuş gibi görünmedi ama hem altılı masanın hem de CHP içerisindeki adaylık gerilimin yükselişine paralel bir şekilde, Mansur Yavaş’ın adaylığı bu vesileyle daha önce hiç konuşulmadığı kadar konuşulur hale geldi.

Bunun arkasından, son günlerde tekrar yükselişe geçen sığınmacı/göçmen karşıtı dalgayı daha da köpürten ve bunun üzerine oturan Özdağ, “gerekirse zorla göndereceğiz” söylemiyle hem destekçi sayısını hem de siyasetteki etkisini artırdı. Avrupa’daki neo-faşist akımların yükselişine benzer bu yükseliş esnasında, AKP de dâhil olmak üzere bütün partiler birbirleriyle “sığınmacıları/göçmenleri kim daha çabuk, kim daha hızlı gönderecek” yarışına girdiler ve Türkiye’de zaten sağa çekmekte olan siyaset, sağa biraz daha yerleşmiş oldu.

HDP milletvekili Garo Paylan’ın her yıl 24 Nisan’a gidilirken verdiği önergeye, üstelik Ermenistan’la belli ölçülerde bir “normalleşme” yaşanıyorken, ilk kez bu sene böylesine büyük bir tepki verilmesinin gerisindeki nedenlerden biri buydu, siyasetin yerleştiği sağcılık zemini bunu gerektiriyordu. Özdağ ise bunun farkındalığıyla el yükseltti ve 1915’in yıldönümünde Talat Paşa’yı “minnetle” anarak isminin Türkiye-Ermenistan sınır kapısına verilmesi teklifinde bulundu.

Bu, Türk sağının “soykırım yapsak hiçbiri hayatta kalmazdı” ile “yaptık yine yaparız” arasında salınan söyleminde çubuğun çok net bir şekilde “yaptık yine yaparız”a bükülmesi anlamına geliyordu ve buradaki asıl gönderme çok net bir şekilde başta Suriyeliler olmak üzere sığınmacılara/göçmenlereydi. Verilen mesaj ise açıktı: Nasıl ki bir zamanlar Ermeniler, üstelik bu ülkenin vatandaşı oldukları halde zorla tehcir edilmişlerse, şimdi de sığınmacılar/göçmenler “gerekirse zorla” tehcir edilebileceklerdi.

Özdağ işi 24 Nisan’da Talat Paşa’yı anmaya vardırınca Akşener de kaçınılmaz bir şekilde “İttihatçı” oldu; ancak onun ittihatçılığının gönderme yaptığı şey bambaşkaydı. Akşener kürsüden Gezi’yi sahiplendi ve Gezi davasından çıkan sonuca tepkisini “ittihatçı yemini” ederek gösterdi. Akşener şöyle diyordu:

Değerli dava arkadaşlarım; Türk modernleşmesinin önünde, her zaman engeller olacak. Her devirde, mutlaka yeni Derviş Vahdeti’ler çıkacak. Her devirde, bizi bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dâhili ve harici bedhahlarımız olacak. Varsın olsun. Çünkü her devirde, bu vatanın; bekçiliğini yapacak gençleri de olacak. Vahdeti’lerin karşısına dikilecek, Mustafa Kemal’leri de olacak. Topçu Kışlası hayallerine kapılanların karşısında, dimdik duran çapulcuları da olacak. İşte o nedenle buradan, bir kez daha ilan ediyorum: Parola vatan, işareti namus! Kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm! Yaşasın hürriyet, adalet, müsavat ve meşveret!"

Daha dört beş ay önce “Ömer’in yolu” başlıklı bir kampanya yürüten Akşener, şimdi “Derviş Vahdeti” diyerek açıkça 31 Mart ayaklanmasına, “Mustafa Kemal” diyerek ise onun da içerisinde yer aldığı ve ayaklanmayı bastıran Hareket Ordusu’na göndermede bulunuyordu. “Kahrolsun” denilen istibdat rejimi 2. Abdülhamid’in rejimiydi ve Akşener hem İttihat-Terakki’nin hem de 1908 devriminin sloganlarını tekrarlıyordu.

Türk sağının ve özellikle ülkücü hareketin İttihat ve Terakki’ye bakışı hiçbir zaman olumlu olmadığı için Özdağ ve Akşener’in açıklamaları ilk bakışta bir “anomali” gibi görünüyordu ama bu da Türkiye’de siyasetin yerleştiği sağ zeminle doğrudan ilgiliydi. Özdağ 1915 üzerinden, Akşener ise Gezi üzerinden, elbette ki tarihi kendilerine yontacak ve Gezi’yi de o tarihin içerisine yerleştirecek şekilde “İttihatçı” bir pozisyon alıyorlar, böylece de sözünü ettiğimiz sağ zemine “seküler milliyetçi” bir dolguda bulunmaya çalışıyorlardı.

25 Ağustos 2021’de bu köşede yayınlanan “‘Hudut Namustur’ ya da ‘Öfkeli Genç Türkler’” adlı yazımda seküler milliyetçilikle ilgili olarak şunları söylemiştim:

Salgınla birleşen ekonomik krizin toplum üzerinde yarattığı yıkıcı etki, özellikle gençlik içerisinde, sadece umutsuzluğu ve karamsarlığı değil, öfkeyi de giderek artırıyor. Tarihi tecrübeler ise bize toplumsal öfkenin çoğu kez yanlış yerlere yöneldiğini gösteriyor. Bugün doğrudan iktidara ve onun gerisindeki emperyalist merkezlere yönelmesi gereken öfke, kendisini sığınmacı ve göçmen düşmanlığında gösteriyor. Bu düşmanlık ise sözünü ettiğim Türkçü/milliyetçi dalganın ayağını bastığı zemini oluşturuyor.

Geçen yıldan bugüne ekonomik krizin yıkıcı etkisi katlanarak çoğaldı, yoksulluk, hayat pahalılığı ve işsizlik derinleşti, milyonlarca kişi açlık sınırında yaşamaya başladı ve bu da hem düzenin kırılganlığını hem de kitlelerin öfkesini artırdı. Bu öfke tam da yazıda söylemiş olduğum üzere iktidara ve emperyalist merkezlere yönelmediği sürece, giderek artan bir şekilde sığınmacılara/göçmenlere yöneldi. Siyaset ise bu öfkeyi manipüle etme yarışına dönüşerek hem siyasetin yerleştiği sağ zemini güçlendirdi hem de her an kırılabilecek bir fay hattı yarattı.

Türkiye’nin seçimlere doğru gittiği ve yapılacak olan seçimin “serbest” sıfatını öyle kolay kolay taşımayacağının görülebilir olduğu bir konjonktürde, sığınmacı/göçmen meselesinin üzerine en kolay oynanabilecek gerilim başlığı ve en kolay kırılabilecek fay hattı olduğu ortadayken ve bu fay hattı üzerinden ülkeye her türlü operasyonun çekilmesi ihtimal dâhilindeyken, kendisine “muhalif” diyenlerin küçümsenmeyecek bir bölümü, kolektif bir histeri ve hezeyan içerisinde bu ateşe odun atmaktan imtina etmiyor, her an gerçekleşebilecek bir provokasyona figüran olmaktan rahatsızlık duymuyor, muhalifliğini sırf sığınmacı/göçmen düşmanlığı üzerine inşa ediyor.

Türkiye’de sol, kendisini bu gerilim başlığının, bu fay hattının, bu düşmanlığın üzerine yerleştirip yükselemez, bu kirli planların bir parçası olamaz. Sol, “siz bir şey demediğiniz için böyle oluyor” söylemine teslim olup popülist söylemlerin, kolaycı çözümlerin rüzgârına kapılamaz. Bu başlıkta solun hiç de kolay olmayan ama kaçamayacağı bir görevi vardır: Etnik, dini, mezhepsel kökenleri fark etmeksizin, emekçilerin, yoksulların ve bir bütün olarak Türkiye işçi sınıfının siyasetteki yerini alması için mücadele etmek, onların taleplerinin merkezinde olduğu bir siyaseti var etmek, sınıf siyasetini gerçek bir güç haline getirmek. Bunu yaparken de hem İslamcılıkla hem neo-faşizmle, yani gericiliğin bütün biçimleriyle teorik, ideolojik ve politik olarak mücadele etmek.

Bu yapılmadığı sürece, yani sol siyaset sahnesinde güçlü bir şekilde yer almadığı ve gidişata müdahale etmediği sürece, Türkiye bir felaketin eşiğinde durmaya ve başına gelecekleri sessiz bir şekilde beklemeye devam edecek.