Emekçi halk dediğimiz yığınlar çoktan o gerçekliğin içinde çırpınıyorlar. 

Denize düşen yılana sarılır

Bu defaki tam da öyle görünüyor. Düşen halkımızdır. Eğer halk derken anlatılmak istenen, belli bir coğrafyada yaşayan karmakarışık kalabalıklar değilse, hemen düzeltmeliyiz: Anlatmak istediğimiz emekçi halktır; hayatını sürdürebilmek için kendi emek gücünü ileri sürmekten başka çaresi olmayan insanlardan söz ediyoruz. Sahip oldukları emek güçleridir sadece ve onu satarak, daha doğrusu kiralayarak, yaşamayı sürdürebilmektedirler.

Bu anlamda halkımız, denize düşmüş durumdadır. Üstelik, içine düştüğü deniz, gel koynuma gir, ister orada duruver serince, ister yüzmek midir nedir, becerebiliyorsan onu yap, sonra keyfini tamamlayıp çık kıyıya, diyen durgun ve davetkâr bir su olmanın çok uzağındadır. Böyle acemice, ama apaçık bir özlemle anlatılanın tam tersine, köpürmüş dalgalarıyla boğuşmanın neredeyse imkânsız olduğu olağanüstü ürkütücü bir görüntü sunmaktadır. Görüntü sözü, varsa eğer, dışarıdan bakma talihine sahip olanlar içindir kuşkusuz; emekçi halk dediğimiz yığınlar çoktan o gerçekliğin içinde çırpınıyorlar. 

Böyle bir çırpınmanın bu yazının başlığını oluşturan atasözünü çağrıştırmaması kolay mı? Soruyu “mümkün mü” diye yazmak niyetiyle ilk sözcüklere başlamıştım; ama, nasıl olduysa, cümlenin sonuna gelince değişti; bir bakıma yumuşadı. İmkânsızdan kolay olmayana doğru bir dönüşüm geçirdi. Fark etmez. İkisi de aynı kapıya çıkar aslında. Sömürülmenin, yoksullaşmanın, baskılanmanın her türlüsünü çok ileri boyutlarda yaşamakta olan halkımız için olmadık çözümlere kulak kabartması, kulak kabartmak bir yana umutlarını onlarla sınırlandırması, ne şaşılacak ne de kınanacak bir durum sayılmalıdır.

Bizse durmadan, belki bazen bir an durup soluklandıktan sonra yeniden başlayarak, o çözümlerin çözüm olmadığını anlatmaya çalışıyoruz. Üstelik, çözüm olmayan çözümleri ortaya atanların sahip olduklarından çok daha yetersiz araçlarla…

Araçların göreli yetersizliği tartışmasını bir yana bırakırsak, yaptığımızın yanlışlığını ileri sürecek değilim. Hayır, elbette bunun yapılması gerekir.

Geçenlerde “yamalı bohça” benzetmesini yaptığım, şimdiyse bunun da yetersiz kaldığını düşündüğüm tuhaf masa kurucuların karakterini ya da karakterlerinin gözden uzak tutulması imkânsız yanlarını, görünürlüğü artan her durumda, her olayda vurgulamaktan vazgeçmemeliyiz.

Örneğin, Arınç’a giydirmek için tasarladığı üç beş satırın asıl Reis’in kendisini yerin dibine batırdığını ancak yazıp gördükten sonra bir telaş silmesi, bazı yetilerini tümden yitirdiğini göstermiş olsa da Y. Bulut’un Babacan’a yönelttiği meydan okuma, o masada kimlerin yer aldığına ilişkin “içeriden” bir veridir. İkisinin ve Erdoğan’ın birlikte yaptıkları bir üçlü görüşme için, herhalde muhalif bir kanal sayarak önerdiği Fox’ta bir yüzleşme postası atmıştı adı geçen baş danışman. Güncel haberleri izleyenler hatırlayacaklardır.

Yine son günlerden bir başka örnek, bir sürü ifşaatta bulunan eski bir “aktrol”ün, bu örgütlenmeyi ilk başlatanın Davutoğlu olduğunu ileri sürmesidir. Bu yazı yazılıncaya kadar herhangi bir yalanlama gelmemişti.

Bu tür örneklerin önümüzdeki günlerde çoğalarak çeşitlenmesi beklenir. Ayrıca, yamalı masanın öteki öğeleri, bu arada yıldızı parlatılan Asena Hanım için de, onunkiler akp dönemi dışından olmak üzere, ilgi çekici açıklamalar, itiraflar, gizli tanıklıklar ortaya çıkabilir.  

İstanbul Finans Merkezi’nin kuruluşuyla ilgili çalışmaları izleyerek muhalefetin itiraz eder gibi yaptığı sonucuna varan Kadir Sev, iki gün önceki yazısını şöyle bitiriyordu: “Yasa teklifini 8 Haziran günü Plan ve Bütçe Komisyonunda savunan AKP milletvekili, bu eleştirileri şu sözlerle boşa çıkardı. Özetle aktarıyorum, tarihe not düşmek isteyenler Komisyon tutanaklarının 137. Sayfasına baksınlar; sermayenin fıtratı çok güzel anlatılıyor; ‘Özellikle hukuka atıfta bulunularak eleştirdiler, kim güvenir de gelir dediler…Rusların parasına İngiltere, ABD, İsviçre el koydu. Onlar ne kadar demokrasi ise biz de öyleyiz…

IFM Yasa teklifi ile Komisyon ve Genel Kurul tutanakları, emperyalizmin ağındaki Türkiye’yi çok güzel anlatıyor. Emperyalizmin ancak sınıf gözlüğüyle görülebilecek ağlarıyla her gün ‘iktidarın’ ve ‘muhalefetin’ aracılığıyla daha sıkı bağlanıyoruz.”

Fatih Yaşlı da, aynı gün, daha genel bir açıdan bakarak şunları yazmıştı:

“Bugün toplum bir yandan örgütsüzlüğünün, güçlü bir emek hareketinin olmayışının, sendikaların zayıflığının, diğer yandan ise iktidar ve muhalefet eliyle sokağın öcüleştirilerek bir hak arama mevzii olmaktan çıkarılmasının ve siyasetin seçimlere/sandığa indirgenmesinin bedelini ödemektedir. (…) Esas mesele üç kuruşa köle misali çalıştırılanların, hem karşılarında bir sınıf bulunduğunun hem de kendilerinin bir sınıf olduğunun farkına varmalarıdır. Unutulmamalıdır ki sınıfsal bir saldırıya ancak sınıfsal bir şekilde direnilebilir, sınıfsal bir yoksullaştırmaya ancak sınıfsal bir şekilde karşı konulabilir.”

Bütün bunlar anlatılacak elbette. Birtakım yansımaları da olacak. Ama, eğer yazının başlığına yerleştirilmiş atasözünde böyle bir anlam da bulunabilirse, denize düşmüş ve dibi boylamamak için yıllarca can havliyle çırpınıp durmuş olanların kulakları sağırlaşıp gözleri pek az görür olmuştur. Öyle olması doğaldır, demek istiyorum. Hele yüzmeyi bilmiyorlar ya da bildiklerini hatırlamıyorlarsa, yılan ile tutunup kurtulabilecekleri bir kütüğü ayırt edemez durumda olmalarına şaşırmak gerekmez. Bununla birlikte, yılan tarafından ısırılmaları kendilerine gelmeleri için yeterli olabilir. Ayrıca, ömürleri boyunca ne belalara çatmışlardır; onlar için, ne kadar can yakıcı olursa olsun, bir yılan ısırığı nedir ki…

O zamana kadar ve ondan sonra da yapılacak çok iş var. Kararlı olmak bir koşulsa, öbürü politikada ustalaşmaktır. Politika yerine sınıf mücadelesi demek daha doğru olur. Çaresizleştirilmiş yığınların yanılsamaları karşısında hem eleştirel hem de hoşgörülü davranmaksa, o ustalığın göstergeleri arasındadır.