Dikensiz bir demokrasi görülmemiştir. Üstelik, adı geçen dikenler, hadi her zaman demeyelim, çoğu kez gülün ne kokusunu bırakır ne rengini.

Demokrasinin geçişkenliği

Karar duruşması öncesinde, benim ulaşabildiğim haberlere göre, en çok sözü edilen olasılık, davanın bir numaralı sanığının yok yere yattığı yılları hesaba katan, ama hemencecik tahliyesini de gerektirmeyen bir hapis cezasına hükmolunması idi. Böylece, Kavala duruşmanın ardından çok uzun olmayan bir süre sonra tahliye edilecek, öteki sanıklar ise daha kısa cezalarla muhtemelen içeri bile girmeyecekler, sonuç olarak, davayı açıp sürdürenlerin de zevahiri kurtaracakları bir noktaya bağlanacaktı bu iş. 

İlk duyduğumda, hafta başındaki karardan önce, ne iflah olmaz bir demokrasi duası, dediğimi hatırlıyorum. Bu tür beklentileri olanlara haksızlık etmiş olabilirim, aralarında böyle akıl dışı iyimserliklere hiç kapılmayanlar da vardır mutlaka. Haksızlık ettiklerimin bir bölümü davayla doğrudan ilgili olanlar ile onların yakınlarıdır muhtemelen. Ama onlardan ibaret olmadıkları kesindir. Yinelemekte sakınca yok, haksızlık etmiş olabileceklerim daha fazladır, demek istiyorum. Özellikle, sonraki birkaç günde ortaya çıkan, sokaklara taşan tepkiler göz önüne alındığında.

Geçmeden değinelim, artık çok yaygınlaşıp oturmuş olan adlandırmaya zamanında daha ısrarlı itirazlar yöneltilmeliydi, bence. “Gezi”deki ağaca, yeşile saldırı planlarına karşı çıkmaktan ibaret olsaydı iş, buralara gelmezdi. Tek bir il dışındaki bütün illerde halkın şu ya da bu biçim ve ölçüde sokaklara dökülüşüne daha uygun isim “Haziran Direnişi” idi. Yaygınlaşan o olsaydı keşke.

***

Tepkiler iyi güzel de, bazılarında ortak bir özellik gözleniyor: Ülkemizde demokrasi olsaydı, bütün bunlar olmazdı. Özetle, böyle deniyor. Açık açık denemese bile, o kadarına cesaret edilemiyor, ne güzel; bununla birlikte, o dokunulmaz, tartışılmaz, kuşku belirtilmez “demokrasi” etkisiyle aynı hayıflanma farklı biçimlerde dillendiriliyor.

Buna iki açıdan itiraz etmek gerekir: Birincisi, ülkemizde demokrasinin var olup olmadığı; ikincisi, demokrasi olunca bunların olup olmayacağı. 

Sırayla gidelim.

Ülkemizde demokrasi var mıdır? Eh, fazla müşkülpesent, güçbeğenir bir gözle bakılmazsa, var denebilir. Elhamdülillah, diye eklenirse, daha da iyi olur. Öyle ya, onlarca siyasal parti var. Her biri yüksek sayılamayacak bir katılımla kurulabiliyor. Her ne kadar, polis bakanlığına dilekçe verilerek kuruluyor ve hemen sonra kapatılabiliyorsa da, sonuçta kurulabiliyor ya. Sayıları onlarla anlatılacak kadar da çoğalmış üstelik, 100’ü epeyce geçtiği yakınlarda resmen açıklandı. Aralarında komünist, sosyalist, işçi adlarını taşıyanlar bile var. Önlerine yasal ve yasa dışı  sayısız engel konulmakla birlikte seçimlere de girebiliyorlar. Üstelik, “siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” biçiminde formüle edilip sözlü ve yazılı olarak kural belirlenirken sık sık yinelenen bir ilke de bulunuyor. Partilerin kuruluştakine yakın bir kolaylıkla, dolayısıyla sık sık kapatılmasının ise, biraz sonra değinilecek kadı kızıyla ilgili özlü söz bağlamında, ihmal edilebilir kategorisine yerleştirilmesi mümkün. 

Seçimler de yapılıyor. Birtakım şaibe kokan durumlar, örneğin, gizli oy açık sayım yerine, açık oy gizli sayım dedirten uygulamalar görülse de, yapılıyor sonuçta.   

Demek ki, demokrasi bizde de var. Biraz eksik gedik olsa da hiç yok denemez. O kadar kusur kadı kızında da olur, demişler; biliyoruz. Diyenlerin kökü dışarda değil ayrıca, atalarımız olduklarını inkâr edemeyiz. O halde, az buçuk eksikli bile olsa, bizde de varlığını kabul edip biraz rahatlayabiliriz bu demokrasinin.

Bu birincisiydi. İkincisine gelince işler biraz karışıyor sanki. Eğer bizdeki de bir tür demokrasi ise bu demokrasi denen “şey”in her yerde kendine özgü bir yoğurt yiyişi olabilir. Bu da doğal, olması gereken, en azından şaşırılmayacak bir durumsa eğer, bunca şikâyet ne oluyor? Bizim demokrasi havarileri için diyorum, havari uygun sözcük sayılmayabilir, düşkünleri, meraklıları, biraz daha övgüyü esirgemeden söylenirse, kavgacıları için.  

Oysa, demokrasiyi seven dikenine katlanır.

Katlanmak zorundadır; çünkü, dikensiz bir demokrasi görülmemiştir. Üstelik, adı geçen dikenler, hadi her zaman demeyelim, çoğu kez gülün ne kokusunu bırakır ne rengini.

Kötü edebiyat yapmaktan vazgeçip devam edersek şuraya gelebiliriz: “Demokrasi bir devlet biçimi yahut durumudur ve her devlet biçiminde olduğu gibi ayırt edici yanı, hangi toplumsal sınıfın/ sınıfların tarihsel ve güncel çıkarları üzerine kurulu olduğudur. Bu ayırt edici özelliğine bakılarak, her demokrasi bir diktatörlüktür ve her diktatörlük bir demokrasidir, demek yerindedir; sorunun özünü kavramak bakımından en basit ve şaşmaz yol göstericidir.”

Tırnak içine aldığım bu son satırları 10 yıl önce yine burada yazmıştım. Şimdi, daha açıklayıcı görünen bir ek ya da düzeltme yapmanın yararlı olacağını sanıyorum. Açıklayıcılıktaki artış, emperyalizm çağındaki kapitalizm koşulları altında yaşıyor oluşumuzdan ileri geliyor.

Devlet biçimi, oldukça katılaşmış, hatta kemikleşmiş bir yapıyı akla getiriyor; öyle bir çağrışıma yol açabiliyor. Bu yüzden durum sözcüğünü kullanmak daha doğru görünüyor. Örnek olsun, faşizm ile demokrasiyi devlet biçimleri olarak anmak ya da adlandırmak, onların arasındaki kolay ve sürekli geçişkenliği anlatmak bakımından yetersiz kalıyor. Oysa, bunların az çok farklı ve hem birbirinin yerine geçebilen hem birbiriyle bir arada bulunabilen iki devlet durumu olarak anlatılması, gerçekliği daha büyük bir doğrulukla yansıtıyor.

***

“Öncelikle belirleyici olan, kâr düzeni yasalarından ve özel çıkarlardan kurtulmuş bir dünya varsayımına yeniden sahip çıkmaktır. Dünyanın düzeninin bu olduğu ve bunu değiştiremeyeceğimiz kanısına boyun eğen zihinsel tasavvurlar içinde kaldığımız sürece, hiçbir özgürleşme siyaseti mümkün değildir.”

Çağdaşımız olan Fas doğumlu tanınmış Fransız düşünür Alain Badiou, “komünist hipotez” adını verdiği bu düşüncesini yazdıktan sonra öfkeyle devam ediyor:

“Kapitalizm haydutluktan başka bir şey değildir; özünde akıldışı ve oluşunda yıkıcıdır. Tarih boyunca zaten vahşice eşitsiz olan ve ancak birkaç onyıl sürebilen refah dönemlerini, astronomik miktarda değerin kaybolduğu, krizler, stratejik ve tehdit edici görünen bölgelere düzenlenen cezalandırıcı harekâtlar ve ancak sayelerinde sağlığını yeniden kazanabildiği dünya savaşları izlemiştir. (…) Ne yani? Bunca insanın gözünün içine baka baka ortak yaşamımızın örgütlenişini iştah, rekabet, kör bencillik gibi en alt düzeydeki içgüdülere bırakan bir sistemi övmeye mi kalkıyorlar. Yöneticilerin, daha yüz altmış yıl önce hükümetleri ‘sermayenin kurumsallaşmış iktidarı’ olarak niteleyen Marx’ı bile şaşırtacak derecede özel teşebbüsün hizmetkârları haline geldikleri bir ‘demokrasi’yi övmemiz isteniyor bizden.”

Mayıs 68’e hep dostça bakmış bu düşünüre göre, dünya değişti, artık yanılsamaların ve terörün dili olan eski sözlerinizi kullanamazsınız, diyenlere aldırmamak ve “kendimizi demode hissetmeden hâlâ ‘halk’, ‘işçi’, ‘özel mülkiyetin kaldırılması’, vb. diyebilmek gerekir. (…) Bizi düşmanlarımızın eline teslim eden bu dil terörizmine son vermeliyiz. Kendi  dilimizden uzaklaşmak, egemen duyarlılığı inciten bu sözleri bize sıkı sıkıya yasaklayan teröre razı olmak, dayanılmaz bir cefadır.”

***

Ne zaman ezenlerin korku ve gözdağı vermesi, ezilenlerinse korkup sinmeleri konu edilse, ilkinin ikincisine yol açmaması gerektiği ileri sürülse, hemen aklıma gelen sözlerden biridir. “İhtilal-i kebir”in  büyük düşünürlerinden, Aydınlanma’nın sol kanadından sayılabilecek Jean-Jacques Rousseau’nun ilk kez bundan 260 yıl önce yayımlanmış Toplum Sözleşmesi adlı eserinde yazılıdır:

“Köleler zincirleri içinde her şeyi, hatta onlardan kurtulma isteğini bile yitirirler. (…) İlk köleleri köle yapan kaba güçse, onları kölelikte tutan korkuları olmuştur.”

Bu hafta da ölüm haberlerimiz eksik olmadı. Önce bizim Ali Hoca’dan, Ali Önder Öndeş’ten geldi haber; ardından partili ağabeyimiz, avukatımız Erşen Sansal’dan. Ali 1970’lerin sonundaki “Sosyalist İktidar” günlerimizden beri birçok ortak yaşantımız olmuş bir arkadaşımdı. Erşen Ağabey ise önce partili büyüğüm, sonra da 1981’de 12 Eylül istibdadı ile başım derde girdiğinde yardıma gelen avukatım. Dün ne güzel anlatmıştı Ali Rıza. 

Halkımız ölümü doğallığı içinde kabullendiğini belirtirken “şu ayrılık olmasa” diye yakınmasını dile getirmeyi de ihmal etmez. Bizim ayrılıklarımızsa, nedenleri değişmekle birlikte, ölümden önce geliyor bazen. En kötüsü de bu oluyor, ne yazık!