'Meselenin ne olduğunu görmek için daha ne olmuş olması, ne yapılmış olması gerekiyor?'

Değiştirilen gündem, kopartılan dil, sürüp giden aymazlık

Türkiye’de muhalif kesimlerinin zihnine son yıllarda bizzat muhalefet tarafından yerleştirilen ve bütünüyle yanlış kimi ezberler var.

Türkiye toplumunun özü itibariyle sağcı bir toplum olduğu, bu nedenle de iktidar tabanından oy almak için sağcılık yapmak gerektiği ya da iktidar partisinin halkı sokağa dökmek istediği ve bu nedenle de sokağa çıkmanın iktidarın ekmeğine yağ sürmek anlamına geleceği yönündeki tezler bunlardan en çok dolaşımda olanları ve bu nedenle de ilk akla gelenleri.

Bir de “gündem değiştiriyorlar” ezberi var ki, neredeyse uyarlanmadığı, öne sürülmediği hadise yok. Buna göre, aslında konuşulması gereken bir “gündem” var  -ki o gerçek, sahici, esas “gündem”in ne olduğu da pek belli değil- ama iktidar öyle şeyler yapıyor ki kimse o asıl gündemi konuşamıyor.

Peki asıl gündem olarak görülmeyen şeyler neler? Bir bakıyorsunuz Ayasofya’nın cami yapılmasına da “gündem değiştirme” denilebiliyor, kürtajla ya da içkiyle ilgili dinden feyz alan bir açıklama da hemen “gündem değiştirme” olarak yorumlanabiliyor.

İşte en son yaşanan Sezen Aksu hadisesi de bu bakış açısına göre gündem değiştirmeden başka bir şey değil: İktidar ekonomik krizin üzerini örtmek için yapay gündemler yaratıyor ve bunda da başarılı oluyor; bizler ekonomik krizi konuşmamız gerekirken, günlerce haftalarca bu meseleyi konuşuyoruz.

Peki ama sahiden böyle mi, örneğin sahiden de Sezen Aksu’nun günlerdir “Adem ve Havva” üzerinden hedef alınması ve en son Cuma günü camide yapılan “o dilleri koparırız” açıklaması, gündemi değiştirme stratejisinin bir parçası mı?

Bu soruya çok net bir şekilde “hayır” yanıtını vermek gerekiyor. Toplumun muhalif kesimlerinin algısına yerleştirilen “bunlar asıl gündem değil” ezberi bütünüyle yanlış ve “gündem değil” denilen şeylerin önemlice bir bölümü asıl gündem. Tam da bu nedenle, Sezen Aksu’ya yönelik kampanyayı bir gündem değiştirme stratejisi olarak değil, iktidarın rejim değişikliği hedefi, dinsel bir rejim inşa etmesi ve dinselleşme üzerinden tüm topluma sopa göstermesi bağlamına yerleştirerek okumak gerekiyor.

İktidar, en başından beri üst ilkesi din olan bir rejim inşa etmeye çalışıyor ve bu rejim fiili bir şeriat rejimi olma niteliği taşıyor. İçkideki satış yasaklarından fahiş vergi oranlarına, Ayasofya’nın cami yapılmasından okul öncesi din eğitimine, tarikat/cemaat yurtlarından Diyanet İşleri’nin bir ağ gibi tüm ülkeyi sarmasına uzanan bir genişlikte, fiili bir durum var karşımızda. Resmen ilan edilmiş bir yasa olarak değil, bir fiili durum olarak içerisinde yaşıyoruz şeriat uygulamalarının ve bu da asıl gündemimizi oluşturuyor.

İşte Sezen Aksu hadisesi de tam olarak bununla ilgili. İktidar Aksu’ya yönelik kampanya ile gündem falan değiştirmiyor, rıza üretmede giderek daha fazla zorlandıkça ve elindeki en güçlü silah olan sandıkta giderek zayıfladıkça, kendi rejim inşasına yönelik itirazları boğmak, etkisiz kılmak için “dinimize hakaret ediliyor” söylemi üzerinden dinselleşmeye daha fazla sarılıyor. Bunun için de seçtiği popüler figürleri bir linçin ortasına atıyor, o linç üzerinden bütün bir topluma, gidişata itiraz etmeleri durumunda başlarına gelebilecek olana dair ipuçları veriliyor, mesajlar gönderiliyor. Toplumun bir yandan dinselleşme üzerinde bölünüp kutuplaştırılması, öte yandan ise dinselleşmeye dayalı bir korku üzerinden esir alınması hedefleniyor. Aksu’ya yönelik kampanya ile Sedef Kabaş’ın tutuklanması aynı sürecin parçası yani, ikisinde de sopa aslında topluma gösteriliyor, ikisinde de aslında toplum esir alınmak isteniyor.

***

Dinci linç kampanyasının bu seferki hedefinin Sezen Aksu olması, kaçınılmaz olarak yakın tarihimize dair tartışmaları da tekrar gündeme getirdi. Çünkü Aksu, rejim inşasının en önemli uğrak noktalarından biri olan 2010 referandumunda “evet” yönünde oy kullanacağını açıklamış, “çözüm süreci” için de “annem ve babam, bu sürecin karşısında duranları iki cihanda lekeli kabul ediyorlar, ben de öyle görüyorum” demişti.

İktidar tarafından “kandırılanlar” listesinin hayli uzun olduğunu, Aksu’nun adının da bu listede yer aldığını gayet iyi biliyoruz. Peki böyle diye başına gelenler için Sezen Aksu’ya “oh olsun” mu diyeceğiz?

Elbette ki hayır, çünkü rejim inşasının da topluma gösterilen sopanın da asıl muhatabı Aksu değil, o bu iş için hedef olarak seçilmiş isimlerden biri sadece. Dolayısıyla meseleyi bir Sezen Aksu tartışmasına çevirmenin kimseye herhangi bir faydası yok. Ancak bu, bir zamanlar Aksugiller’in iktidara verdikleri desteği unutmamız ve yokmuş gibi yapmamız anlamına da gelmiyor; çünkü ortada hala daha güncel bir mesele, güncel bir tartışma var. Aksu üzerinden topluma gösterilen sopaya nasıl bir tepki vereceğimiz de bu meselenin, bu tartışmanın bir parçası.

Sözünü ettiğimiz tepkiyi bağlamına yerleştirmek için iki gün önceye, 24 Ocak gününe gidelim. 24 Ocak gününün Türkiye tarihi açısından özel bir önemi var. 24 Ocak 1980’de açıklanan kararlarla ve hemen arkasından gelen 12 Eylül darbesiyle Türkiye ekonomisi neoliberalizme açıldı, “gülme sırası” patronlara geldi ve Türk-İslam sentezi de devletin asli ideolojisi oldu. Bugün biz neoliberalizmin ve Türk-İslam sentezinin iktidardaki birlikteliğinin sonuçlarını yaşıyoruz, yani bugün Türkiye’de günlerden hala 24 Ocak, hala 12 Eylül.

24 Ocak’ın başka bir önemi ise Uğur Mumcu’nun katledildiği gün olmasından kaynaklanıyor. Tıpkı Muammer Aksoy gibi, Turan Dursun gibi, Bahriye Üçok gibi, Mumcu da 90’lardaki sol kırımın ve aydın kırımının bir parçası olarak katledildi. Yüzünü sola dönmüş Kemalist aydınların şiddet aracılığıyla tasfiyesinin en önemli uğraklarından biri Mumcu cinayeti oldu, İslamcılığın iktidarı için gereken “yol temizliği” böyle yapıldı.

Sezen Aksu’nun ve muhalifliği Aksu’ya benzeyenlerin 12 Eylül 2010’daki referandumda “evet” demeleri, hem 12 Eylül’ü bir sermaye darbesi olarak görmemelerinden hem de Türk-İslam sentezine ve İslamcılığa dair bir dertleri olmamasından kaynaklanıyordu. Onlar, 90’lar karanlığının asıl faillerini de, AKP’yi iktidara TÜSİAD’ın, NATO’cu generallerin ve başta Fethullahçılar olmak üzere tarikat ve cemaatlerin getirdiğini de, AKP’nin demokratikleşme gibi bir gündeminin olmadığını da, Cumhuriyet’le olan hesaplaşmasını da, yeni bir rejim inşa ettiğini de görmediler, görmek istemediler. Merkez-çevre, elitler-dindarlar, vesayetçiler-demokratlar gibi sahte ikiliklerle AKP’nin ve Fethullahçıların peşine takıldılar.

Ve bugün hala, AKP’nin iktidara gelişinin üzerinden yirmi, referandumun üzerinden on bir yıl geçmişken, bugünlere gelişimizin taşlarını döşeyenler bile hedef haline getirilmişken, mesele esastan değil usulden tartışılıyor. Ortada bir “gündem değiştirme” stratejisi olduğu söylenebiliyor. Mesele Sezen Aksu’nun kadın ya da sanatçı olmasına bağlanabiliyor. Koparılacak olan dilin koparılma gerekçesinin ne olduğundan Aksu’ya destek için hazırlanan ve anlı şanlı solcularımızın da imzaladığı metinlerde dahi söz edilmiyor. Tüm bunlar üzerinden de mesele soyut bir otoriterleşme tartışmasına hapsedilmeye çalışılıyor ve siyasal İslamcı tehlikenin üzeri bilerek ya da bilmeyerek bir kez daha örtülüyor.

Oysa ortada bir “gündem değiştirme” yok, dinselleşme asli gündemimiz. Aksu’ya kadın ya da sanatçı olduğu için saldırılmıyor, şarkılarından birinde fiili şeriat rejiminin tesisi için işlerine yaradığını düşündükleri bir şey buldular, saldırının bir öznesi var, o da siyasal İslam. Aksu’ya yönelik dil koparma tehdidinin soyut değil gayet somut bir bağlamı bulunuyor, o da dinselleşme. Koparılacak olan dilin “Âdem ve Havva’ya hakaret eden” dil olduğu rejimin en tepesindeki kişi tarafından ve hem de Cuma namazı esnasında söylendi. Meselenin ne olduğunu görmek için daha ne olmuş olması, ne yapılmış olması gerekiyor?

Tüm bunlar yokmuş gibi yapıp, içerisinde siyasal İslam’ın, dinciliğin, rejim inşasının yer almadığı, çözüm olarak laikliği işaret etmeyen tartışmalar yapmak, Aksu’nun yazdığı şiiri başka dillere çevirmeyi antifaşizm sanmak, Aksu’ya destek için “aydın” imzalarıyla dolaşıma sokulan metinlerde bile siyasal İslam’dan ve panzehri olan laiklikten söz etmekten kaçınmak ise 2010 referandumundan bugüne bir arpa boyu yol kat edemediğimize ve içinde bulunduğumuz aymazlığın sürüp gittiğine işaret ediyor maalesef.

***

Yaşadığımız aymazlığa merhem olması dileğiyle, Uğur Mumcu’dan bir alıntıyla bitirelim yazıyı:

“Temelleri sarsılan bir düzen kendisini nasıl korur? Yoksulluk, gerilik ve karanlık bu düzenin dostlarıdır. Egemen sınıflar önce bundan yararlanırlar. Halkın din duyguları, mistik inançları, değişmez değer yargıları kullanılır. İktidarlar siyasal egemenliklerini sürdürebilmek için, dinsel kişi ve kurumlarla açık ya da kapalı ilişkiler kurarlar. Toplumu ayakta tutan en büyük gücün din olduğu ve birtakım kişilerin de dine saldırdıkları ileri sürülür. Temel sorun dindarlık-dinsizlik olarak ortaya konur. Düzenin temellerine yönelmiş tüm eleştiriler, halkın inançlarına birer saldırı olarak sunulur. Dinsizlere karşı cihat açılır. Kuran kursları, İmam Hatip Okulları bu amaçla örgütlenir. Yoksul halk çocukları buralarda, bu soygun düzeninin bekçisi olarak yetiştirilir.”