Cumhuriyeti savunmak, onu başlangıç noktasına geri götürerek değil, ondan çok daha ileri bir yeni cumhuriyeti kurarak mümkün olabilir ancak.

Değinmemek olmaz

Birkaç hafta sürmüş ve pek az okuyup hiç yazmadan geçerek en azından benim için dayanılması da unutulması da kolay olmayan bir ölümle sona ermiş zorunlu ara sırasında, olup bitenlerden bazıları belleğime takılırken bazıları notlarıma geçti. Onlar içinden seçerek değineceklerim var. Seçim ölçütlerinde bir nesnellik ya da güncel olana uyumluluk aranmamalı; çünkü öyle bir kaygım olmadı. Yine de tümüyle öznel ya da gündeme giremeyecek kadar önemsiz sayılmayacaklarını umarım. Herhangi bir öncelik  gözetmeden, rasgele sıralıyorum.

***

ODTÜ öğrencileri kararlı davrandılar ve mezuniyet törenlerini Devrim Stadyumu’nda gerçekleştirdiler. Öğrencilerle birlikte öğretim üyelerinin, mezun derneklerinin, öğrenci yakınlarının kırılamayan bir dayanışma göstermeleri de bu sonuca ulaşılmasını etkiledi. Övgüye değer bir sonuç olduğu teslim edilmelidir.

Bu yılki süreci izlemekle yetinmek zorunda kaldım. O sırada iki konu takıldı aklıma. Biri o yazının nasıl olup da onyıllardır orada kaldığı. Bunun yanıtı teknik anlamda az çok belliydi. Bir yandan, onu laboratuvarda buldukları türlü malzemeyi kullanarak üreten arkadaşların elde ettikleri karışımın özelliği, öte yandan, sonradan değişik zamanlarda öğrenciler tarafından yinelenen, harflerin üzerine dökülen talaş ve zift karışımının yakılmasıyla sağlanan pekiştirme işlemi. Bu işin teknik açıklamasıydı. Sonraki yıllar boyunca gelip geçen pek çok yönetim döneminde ise hem yok etmek için tribünleri yıkmanın gerekmesi hem de böylece yol açılacak direnişlerle yüz yüze kalmanın ve uzantılarının, sağlanacak öç alma duygusundan daha etkili olacağı hesaplandığı için öğrencilerin verdiği devrim adını silmenin peşine düşmediler. Herhalde böyle oldu.

Aklıma takılan ikinci konu ise bugünlerde iktidarın Suriye arabuluculuğunu üstlenmiş görünen zat-ı muhteremin o yıllarda bizi “kampus devrimcileri” yakıştırması ile aşağılamaya çabalamasıydı. Pek küflenmiş görünen bu “zat-ı muhterem” sözü de nereden çıktı diye sorulursa, Metin Çulhaoğlu sevmediği, ama sövüp saymayı da kendine yakıştıramadığı kimseler için böyle derdi bir zamanlar, oradan hatırladım. 

***

Madem Metin’lerden açıldı, şimdi de Metin Kurt’tan söz edelim. İki gün önce onun 10. ölüm yıldönümüydü, 2012’nin 24 Ağustos günü aniden aramızdan ayrılmıştı. Onun gelişip ünlenmesini sağlayan kulübün televizyon kanalında “ayın tarihi” başlıklı ve pek çok kez tekrarlanan bir programa rastladım. Burada adını vermeyeceğim bir spor yazarı onun futbolculuğundan övgüyle söz etmenin yanı sıra, biraz daha uzun süre ayırarak, futbolcuların örgütlenmesine yönelik çabalarını konu etti. Yine övgü dolu sözler söyledi. “Mücadelesi başarıya ulaşsaydı, bugünkü kötü tablo ortaya çıkmazdı.” dedi. Anlaşılan, övgüde sınır tanımamak gerektiğini düşünerek, aşağı yukarı şunları da söyledi: “Hiçbir şeye karışmadan işine baksaydı, krallar gibi yaşardı. Oysa, komünist diye suçlanmaktan tut da hak etmediği bir yığın sıkıntıyla karşılaştı, hakkının yenmesini göze aldı.”

Metin Kurt’a o çabaların içine girdiğinde komünist olup olmadığını sormadım; ne zaman, hayatının hangi döneminde komünist olduğunu sormak da aklıma gelmedi. Ama ölümünden epey önce komünistleştiğinin tanığıyım. Ayrıca, komünist partisinden milletvekili adayı olduğu da devletin kayıtlarına girmiştir; üstelik futbola ilgisi olan, hele hele onu futbol oynarken seyredip hayranlık duymuş pek çok insan tarafından bilinir. Yıllardır spor yazarlığı yapan, genellikle aklı başında sözler eden, futbolun ülkemizdeki tarihi konusunda kitaplar da yazmış bir insanın bunu bilmemesi mümkün mü? Peki, bu yaptığına ne demeli? Meslek olarak seçip ekmeğini kazandığı alanın seçkin bir ismini koruyup kollama çabasının cahilce bir ürünü mü? Yoksa her yere yayılmış antikomünist histerinin etkisi altında kalanı gülünç duruma düşüren bir belirtisi mi?

Öyle bir alışkanlığım, dolayısıyla imkânım olsaydı, hemen bir cikcikleme yapar, “İşte şimdi ayıp ettin arkadaş!” diye yazar gönderirdim. 

***

İnsanları hasta edip öldürmesinin yanı sıra artık öfke ve bıkkınlığa sürükleyen şu küresel salgın boyunca halkımızı aydınlatmak için özveriyle uğraşıp didinen doktorlarımızdan profesör Esin Şenol’a yönelen manyaklık da benim bu zorunlu ara verme günlerime denk geldi. Ben manyaklık dedim ama, bu tür kişilere “meczup” demek yaygın bir alışkanlık olmuş durumda. Bu Arapça sözcük, biraz dikkat edilirse anlaşılabileceği gibi, cazibe sözcüğüyle bağlantılı. Cazibeye kapılmış anlamında. Cazibenin  kaynağı ise Tanrı aşkı. Tanrı aşkının dayanılmaz çekim gücü ile kendinden geçme durumuna cezbe deniyor. Cezbe içindeki tarikat ehli ise meczup oluyor. Demek, bu olaydakine benzer kişilere meczup demek doğru olmuyor. Ayrıca, bu sözcük bir tür anlam kaymasına uğrayarak, halk arasında deli, kaçık anlamları da kazanmış. Bunun da pek uygun bir adlandırma olmadığını sanıyorum. Daha uygununa geleceğim.

Önce ondan çok kısaca söz etmeliyim. Onu en iyi anlatan bir olayı aktararak. Uzun süre birlikte çalıştığımız bir arkadaşın eşiydi. Bugünkü iktidarın hışmına uğramış önemli bir kurumda çalışırdı. Bir akşam kalabalık bir kurum yemeğine çağrılıymışlar. Masalarda boş sandalye olmadığı için kadınların onsuz edemedikleri çantaları ayaklarının dibine yere koymuş ya da sandalyelerinin arkalığına asılı durumdaymış. Derken, Özal döneminin çalıp çırpma  öyküleriyle tanınmış bir bakanı salonun kapısında görünmüş. O görünür görünmez bizim arkadaştan herkesin duyabildiği bir sesle çarpıcı bir uyarı yükselmiş: “Aman hanımlar, çantalarınıza sahip olun!” Der demez de yerde duran çantasını kapıp kucağına almış. Kimde can kalır artık! En azından yakın masalardakiler gülmekten kırılmışlar. Bakan efendi ise alkışlarla olmasa bile kahkahalarla karşılanmak da fena sayılmaz, diye düşünmüş olmalı. 

Bugünkü dana dili olayındaki öznenin benzerleri için “yaratık” denildiğini ilk kez o sözünü sakınmaz hanımefendiden duymuştum. Ben de şu kadarını ekleyeceğim: İnsanın bu yaratıklardan kendini koruması gerekir elbette. Onlarla uğraşmak da boşuna değildir. Ama bataklık hatırlatmasını atlamadan. Tek tek bu tür yaratıklarla uğraşmanın sonu yoktur. Bütün zararlıları üreten, çoğaltan ve çeşitlendiren bataklığı kurutmak için ilk adımsa,  indirgemeci falan mı ne derlerse her türlü çok bilmişliğe aldırmadan, adının kapitalizm olduğunu anlamak ve açıkça söylemektir.

***

Düzenin muhalefeti ile iktidarı arasındaki farkın önemsizliği gittikçe açıklık kazanıyor.  Muhalefetin iktidarı alt etmek için o ne kadar neyse ya da ne kadar ne görünmek istiyorsa onun kadar, hatta ondan fazla öyle olmak ya da görünmek biçiminde anlatılabilecek stratejisinin her gün yeni somutlanışları ortaya çıkıyor. Örnek olsun, Gaziantep ve Mardin’deki trafik cinayetlerinin ardından olay yerlerine giden oraların iki muhalefet milletvekili, genel başkanımızın talimatıyla buraya geldik ve şimdi incelemelerimize başladık, diye demeç veriyorlardı. İktidarın orman bakanı da sözgelimi ormanların cayır cayır yanmakta olduğu yerlere gittiğinde , ilk iş olarak, “Sayın cumhurbaşkanımızın talimatlarıyla hemen buraya geldik ve duruma el koymuş bulunuyoruz” demişti. Şimdi olsa söze yine böyle başlayacağı kesindir. Sanki orman değil eğitim bakanı ya da cumhurbaşkanı talimat vermese Ankara’daki makam odasında üç beş kafadar oturup dedikodu yapacaklar!

Böyle böyle muhalefet ile iktidarın adamları, her şeyleri birbirinin aynı değilse bile, hangisinin hangisi olduğu zor anlaşılır kopyalar olacaklar pek yakında.

Benzerlikleri “tıpatıp” derecesine yükselten bir öneri de ortaya çıktı son zamanlarda, gittikçe de apaçık görülebilir duruma geliyor. Bunun somutlaştığı bir de sözcük var: sabır. İktidar sözcüleri, başta reisleri olmak üzere, artık lütfedip kabullenmeye başladıkları sıkıntılar karşısında sabredin, yakında hepsi bitecek, çözeceğiz, feraha ereceksiniz yollu tavsiyeleri sıklaştırmış durumdalar. Muhalefettekiler de sabır öneriyorlar, ama onlarınki biraz farklı: Fazla sesinizi çıkarmadan, hele hele sokaklara falan dökülmeden sabredip oturun oturduğunuz yerde, zamanında yapılsa bile alt tarafı on ay sonra sandık gelecek önünüze, oylarınızı atıp bu ucube rejimi değiştireceksiniz, yeter ki bu rejimin kurucularını zıvanadan çıkartıp sandığı getirmekten caydırmayın! 

Bu seçim cumhuriyet tarihinin en önemli seçimi olacak, bir; aman yanılıp şaşırıp da oyları bölmeyin, iki. Bu uyarılar da hazırda bekletiliyor. İlki başlayalı çok oldu da ikincisini söylemeye başlamadılar daha. Hele birkaç ay daha geçsin, bu koro da sahnedeki yerini alacaktır. Tecrübeyle sabittir.

*** 

Bir de üç beş gün önce rastladım, muhalefete çok yakın bir platformda konuşuyorlardı. İçlerinde muhalefetin daha solunda sayılabilecekler de vardı. Madem din halk üzerinde bu kadar etkili, Diyanetin halkı cumhuriyetin ilkeleri konusunda eğiten kampanyalar düzenlemesi sağlanamaz mı? Yeni gelecek ucube olmayan rejimde bu neden mümkün olmasın? Aşağı yukarı böyleydi.

Cumhuriyete, onun kazanımlarına sahip çıkmak kuşkusuz gereklidir. Tamam da, geçenlerde ana muhalefet partisinin en yetkili ağızlarından dile getirilen Diyaneti biz kurduk, ilk imam-hatipleri biz açtık böbürlenmeleri, iktidardakilerden daha dine bağlı görünerek iktidarı devirme stratejisinin ibretlik öğeleri arasındadır.  

Cumhuriyetin fabrika ayarlarına dönmek, bizim işimiz de söylemimiz de olamaz. Yukarıda aktardığım trajikomik böbürlenmelere konu edilen adımlar, cumhuriyetin kendi ayağına kurşun sıkmasına örnek gösterilebilir olsa olsa. Cumhuriyeti savunmak, onu başlangıç noktasına geri götürerek değil, ondan çok daha ileri bir yeni cumhuriyeti kurarak mümkün olabilir ancak.