"Yeni anayasayı gündemde tutmaya çalışan iktidar buna paralel bir şekilde ülkeyi adım adım anayasasızlaştırıyor."
Aydınlar Ocağı, 1960’ların sonuna doğru solun hegemonyasını kırmak için bir grup milliyetçi-muhafazakâr kalem erbabı tarafından kuruldu. Kurucularının hemen hepsi Nakşi İskenderpaşa Dergâhı, Milli Türk Talebe Birliği, Milliyetçiler Derneği, Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi yapılanmaların oluşturduğu antikomünist şebekenin içerisinden gelmişlerdi. Ocağın adını da Türkiye İslamcılığının “üstad”ı Necip Fazıl koymuştu.
Ocak 1970’lerin başında, Adalet Partisi iktidarının Hasan Ali Yücel’in bakanlığı döneminde başlatılan hümanist eğitim ve kültür politikalarının ürünü olan klasik çevirilerinden rövanşı almak için hayata geçirdiği “1000 temel eser” projesinin içerisinde yer aldı. Hümanist eğitim kültür ve politikalarının gençliği komünizme yönlendirdiği, komünizmle mücadele etmek için ise milli bir eğitim ve kültür politikasına ihtiyaç duyulduğu temel iddialarıydı.
Ders kitaplarının yeniden yazımının ve müfredattaki değişikliklerin de arkasında yer alan Aydınlar Ocağı, 1974 yılında Milliyetçi Cephe’nin kuruluşunda önemli bir rol oynadı. Ocağın üyeleri hem gazetelerde, dergilerde ısrarlı yazılar yazarak komünizme karşı kurulacak bir cephe hükümeti fikrini popülerleştirdiler hem de Ankara’da sağ partiler arasında lobi faaliyetlerinde bulundular ve onları cephe fikrine ikna ettiler.
Aydınlar Ocağı’nın devlet katında esas kabul görüşü ise 12 Eylül darbesiyle oldu. Darbeciler bir yandan solu ezerken bir yandan da ocağın üretimi olan Türk-İslam sentezini benimsediler. Aydınlar Ocağı’nın kurucu başkanı İbrahim Kafesoğlu’nun formüle ettiği ve kitap haline getirdiği bu sentez komünizmin panzehri olarak görülüyor ve devletin adı konulmamış resmi ideolojisi olarak sahipleniliyordu.
Darbenin en önemli nedeni olan 24 Ocak Kararları zaten taslak olarak Turgut Özal tarafından Aydınlar Ocağı toplantılarında okunmuş ve tartışılmıştı. İskenderpaşa Cemaati’ne mensup, TÜSİAD ve MESS üyesi, Amerikancı Özal, ocağın resmi üyesi değildi ama o networkün en önemli figürlerinden biriydi. Dolayısıyla Aydınlar Ocağı Özal şahsında Türkiye’nin neoliberal talana açılmasında da ciddi bir rol oynadı.
Darbe sonrası Aydınlar Ocağı özellikle devletin eğitim ve kültür politikalarına doğrudan müdahale etti. Din eğitimiyle ilgili, ara eleman eğitimiyle ilgili, üniversite eğitimiyle ilgili çok sayıda panel ve konferanslar düzenledi ve bunlara bakan düzeyinde katılımlar oldu. Aydınlar Ocağı’nın hazırladığı raporlar devlet katında yol haritası olarak benimsendi, Türk-İslam sentezi doğrultusunda hayata geçirildi.
Yani ekonomi politikalarının yanı sıra, Türkiye’nin eğitim ve kültür politikalarının ana aktörleri de 12 Eylül’e gelindiğinde antikomünist şebekenin mensuplarından oluşmaktaydı artık. Darbeciler toplumsal tepkiyi azaltmak için solla birlikte ülkücü harekete de vurmuştu ama öte yandan hareketin en önemli ideologları şimdi devlete akıl üretiyor, üniversitede rektör oluyor, ülkenin gidişatını belirliyordu.
Ancak mesele bununla da sınırlı değildi; 1982’de referanduma sunulan 12 Eylül Anayasası’nın ortaya çıkışında da Aydınlar Ocağı en etkili aktörlerden biriydi. Meclis’te kurulan Anayasa Komisyonu’nun başına getirilen Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı aynı zamanda Aydınlar Ocağı üyesiydi. Ocak da zaten kendi anayasa taslağını hazırlamış ve darbecilere sunmuştu. 82 Anayasası Aydınlar Ocağı’nın taslağının birebir kopyası değildi ama devleti ve düzeni konumlandırdığı yer, yani özü itibariyle aynıydı.
82 Anayasası’nın özü neydi peki? Bu anayasanın özü 61 Anayasası’nın anti-tezi olacak bir şekilde bireysel ve toplumsal bütün hak ve özgürlükleri tırpanlamak ve buna paralel bir şekilde devleti kutsamak, merkeze devletin bekasını koymak, bunu yaparken de devlet içerisinde yürütme aygıtını güçlendirmek, yasama ve yargının özerkliklerini ise daraltmaktı. Türkiye’nin düzeni 61 Anayasası’nın Türkiye toplumunda yarattığı dönüşümü, toplumun yüzünü sola dönüşünü görmüştü ve şimdi bunun karşısına 12 Eylül Anayasası’nı koyuyordu.
1982 Anayasası darbenin etkileri azalmaya başladığı andan itibaren büyük tartışmalara ve eleştirilere konu oldu, o zamandan beri sürekli yeni anayasa tartışması yapıldı, anayasanın maddeleri defalarca değiştirildi; AKP ise hem anayasanın 134 maddesini değiştirdi hem de 2007, 2010, 2017 tarihlerinde anayasa değişikliği için referanduma gitti.
Bu üçü arasında özellikle 2010 referandumu ülkenin ahmaklık tarihinin nadide hadiselerinden biriydi. AKP, Gülen Cemaati’nin de büyük desteğiyle 12 Eylül’le ve onun anayasasıyla hesaplaşacağını öne sürüyor ve yüksek yargıyı ele geçirme hedefini bununla makyajlıyor, sağlı sollu liberaller ve hatta kimi kendisine sosyalist diyen isim ve yapılar da bu ahmaklık kervanına katılıyor, siyasal İslam’ın kendi hegemonyasını kurma ve devletleşme sürecine koltuk değnekliği yapıyorlardı.
İktidar son birkaç yıldır yeniden “yeni anayasa”dan söz etmeye, 82 Anayasası’ndan kurtulma çağrıları yapmaya başladı. Bunun için sahici bir zemin olmadığının onlar da elbette farkında ama sürekli yeni hikâyeler anlatmaya, dikkatleri hep sahte gündemlere çekmeye ihtiyaçları olduğu ve karşılarında her seferinde hizaya gelen bir muhalefet bulunduğunu bildikleri için meseleyi gündemde tutmaya çalışıyorlar.
Bu durum son derece ironik bir karakter taşıyor aslında; çünkü yeni anayasayı gündemde tutmaya çalışan iktidar buna paralel bir şekilde ülkeyi adım adım anayasasızlaştırıyor, şu anda Türkiye bir anayasasızlaşma sürecinden geçiyor ve geçen hafta Meclis’te yaşananlar bu süreci bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
Ne olmuştu geçen hafta hatırlayalım. Muhalefet partilerinin çağrısıyla TBMM Can Atalay için olağanüstü toplanmıştı. Peki bu çağrının hukuki zemini neydi? Bu zemin, Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’ın vekilliğinin TBMM’de Yargıtay kararının okunarak düşürülmesinin yok hükmünde olduğu yönündeki kararıydı. Anayasa Mahkemesi bu kararıyla hem anayasanın hem de kendi kararının arkasında duruyor ve yapılan işlemin anayasaya aykırı olduğunu, bu nedenle de geçerliliğinin olamayacağını söylüyordu.
Meclis tüzük gereği olağanüstü toplandı ama Cumhur İttifakı’nın ortakları toplantı öncesinde Meclis’ten herhangi bir farklı karar çıkmayacağını, yani Yargıtay kararının geçerliği olduğunu çok net bir şekilde vurgulamışlardı, Anayasa Mahkemesi’ne ise “işine bakması” söyleniyordu, yani anayasasızlaştırma sürecine sesini çıkarmaması konusunda uyarıda bulunuluyordu.
Meclis’te ise dediklerini yaptılar ve TİP Milletvekili Ahmet Şık’ın konuşmasını bahane ederek anayasasızlaştırma sürecini yumrukla, tekmeyle savundular; Meclis kürsüsüne sıçrayan kan anayasasızlaştırma sürecinin şiddetine dair muazzam bir sembolizm içeriyordu ve oturum bittiğinde süreç daha da derinleşmişti.
Tüm bunlar yaşanırken not edilmesi gereken olgulardan biri, MHP’nin Meclis’e gitmeyip “bakalım ne yapacaklar” diyerek AKP’yi dışarıdan izlemeseydi. AKP de tüm o “AKP’yi MHP yönetiyor, MHP’ye mecbur olmasa Atalay ve diğerlerini hemen salacak” tarzı “derinlikli” analizleri boşa düşürecek şekilde anayasasızlaştırma sürecinin gereğini yaptı ve zaten Bahçeli’den de anında bir tebrik aldı.
Bundan daha ilginç olanı ise CHP’nin ve Özel’in tutumuydu. Can Atalay’a yönelik hukuksuzluk için önceleri “darbe girişimi” diyen, bu girişime karşı yurttaşları anayasayı korumak için sokağa davet eden, Atalay için büyük bir miting düzenleyeceğini söyleyen Özel, bunların hiçbirinin arkasında durmadığı gibi şimdi de Şık’a yönelik saldırıyla ilgili Meclis’te yaptığı 5 dakikalık konuşmada olayı önemsizleştirmeye ve geçiştirmeye çalışıyor ve adeta Şık’la ona saldıranları eşitliyor, asıl saldırının ise anayasaya yönelik olduğunu görmezden geliyordu.
Geçen hafta Meclis’te yaşananlar yumrukla anayasasızlaştırma sürecinde dönüm noktalarından biriydi. Türkiye’yi küresel tedarik zincirinin ucuz emeğe dayalı merkez ülkelerinden biri yapmayı hedefleyen, bunun için de insanları açlığa, yoksulluğa, işsizliğe mahkûm eden, doğaya, ormanlara, derelere, madenlere saldıran Türkiye’nin düzeni yoluna devam edebilmek için daha çok otoriterleşmeye, daha çok hukuksuzluğa, daha çok anayasasızlaştırmaya mecbur bulunuyor.
Seçim anketlerinde AKP’nin düşüşü görülüyor olabilir -ki bu sokağa çıkıp baktığınızda da artık görülebilir hale gelmiş bir düşüş- ancak anayasasızlaştırma sürecinin bir süre sonra “seçimle gitmeme konsepti”ne evrileceğinin işaretleri daha şimdiden gelmeye başladı. Ortada rejim inşa eden, devletleşmiş ve sermaye sınıfına istediklerini hala verebilen bir parti var ve gitmeyi öyle kolay kolay kabul etmeyeceği de açık.
Eğer siyaset bugünkü bütünüyle sandığa endekslenmiş ve seçim fetişisti karakterinden sıyrılmazsa, sokak yeniden siyasetle ve siyaset yeniden sokakla buluşmazsa, halk bir aktör olarak denkleme dâhil olmazsa, oyları düşse dahi iktidar kendi yol haritasını izlemeye devam edecek ve o yolun sonu memleket için hayırlı bir yere çıkmayacak. Bu yüzden de bir müdahaleye, bütün bu gidişatı değiştirecek, etkili, radikal, güçlü bir müdahaleye ihtiyacımız var.