Emperyalist, yayılmacı heveslerle maceralara kalkışan ve başkalarını sömürmeye bağımlı hale gelen bir Türkiye'nin, kısa vadede kazanımlar elde etse de aydınlık bir geleceği olmayacaktır.

Cumhuriyetin 101. yılında nasıl bir ‘Yeni Uzlaşı’ aranıyor?

1923’te kurulan Cumhuriyetin en önemli ve tanımlayıcı yönelimlerinden biri, sömürücü zenginler ile emekçi yoksullar arasındaki mücadelenin devlet eliyle frenlenip ılımlı hale getirilmesi ve böylelikle Türk ulusunun “sınıfsız, zümresiz, kaynaşmış bir kitle” olarak yaratılmasıydı.

Bu yönelim bir ölçüde Alman uluslaşmasından devralınsa da onun gibi daha doğuşunda yayılmacı değildi. Otto von Bismarck başta olmak üzere Almanya’nın “kurucu babalarının” amacı kapitalist sınıfın ulus-içi rekabetini baskılamak ve bu saldırgan eylemliliği emperyalist bir çerçevede sürekli olarak dışarı yöneltmekti. Öyle ki, Almanya’nın tek bir imparatorluk olarak birleşmesi dahi Fransa’yı yendikleri Sedan Savaşı’ndan sonra, işgal ettikleri Fransa’nın sembolik binalarından Versailles Sarayı’nda ilan edilmiş, ilk Alman İmparatoru burada taç giymişti.

Türkiye Cumhuriyeti ise bunun tam tersine, kendi sınırlarının ötesine yayılma hırsı taşımıyor ve bunu bir kuruluş ilkesi olarak ilan ediyordu.

Cumhuriyet hiç kuşkusuz kapitalist bir çerçevede, özel mülkiyeti dokunulmaz kılarak ve özel girişime tam serbestlik tanıyarak kuruluyordu. Buna rağmen, kurucu Kemalist kadroların, başta da bizzat Mustafa Kemal’in, genç cumhuriyetin kuruluş sürecinde kapitalizmin olağan işleyişine aykırı bu iki yönelime (sömürüyü ılımlı hale getirme ve yayılmacılıktan kaçınma) hassasiyetle bağlı kalabilmeleri, geçici ama nesnel tarihsel koşullarla alakalıydı. Türkiye’de ulusal sanayiyi elinde bulunduran ve üretimi kontrol eden, iç pazarla yetinemeyecek derecede semirmiş, dolayısıyla sermaye birikimini ya işçi sınıfını daha da fazla sömürerek ya da başka ülkelerde yaşayan halklara musallat olarak biriktirmek zorunda olan bir sermaye sınıfı henüz yoktu. Sınıfın önde gelen temsilcileri, örneğin Koçzade Vehbi Bey gibiler kuşkusuz çok ama çok hırslıydı, ama sermayedarı tehlikeli kılan hırsından ziyade sermayesinin büyüklüğüdür. Bu açıdan, 1923’te Türkiye sermaye sınıfı cücelerden oluşuyordu.

Türkiye devrimine ve Cumhuriyetin kuruluş sürecine sosyalist bir çerçevede bakıldığında sahiplenilmesi gereken ilerici adımların reddedilmesi gereken gerici ve/veya kıyıcı eylemlere belirgin biçimde ağır basmasının nedeni bu nesnellikti. Zannedilenin aksine, bu nesnelliği Kemalizm yaratmamış; aksine en önemli unsuru üretici güçler ve üretim ilişkilerinin mevcut gelişkinlik düzeyi olan bu nesnellik, Kemalizmi de şekillendirmişti. Uluslararası saldırganlığın ülkeleri yakıp yıktığı bir dönemde Türkiye’nin varlığını koruyup sürdürebilmek için muhtaç olduğu sanayinin özel mülkiyet tarafından inşa edilemeyecek olması Devletçiliği; ülkenin bağımsız bir cumhuriyet olarak yeniden kurulmasının aleyhinde olan aşiret ve tarikat mülkiyetinin baskılanma zorunluluğu Laikliği; yoksulluğun zaman zaman düpedüz yaygın açlık düzeyinde yaşandığı bir ülkede yurttaşların ülkeye bağlılığını koruma zorunluluğu Halkçılığı; kamusal sanayiyi de içerecek anlamda modern devletin idaresi için gereken kadroların yetiştirilme zorunluluğu liyakate ve eğitime verilen önemi dayatmıştı.

Cumhuriyet, yoksul emekçi ailelerinden gelen sayısız insanı kişisel çıkarını hiç düşünmeden halkı için canla başla çalışan eğitimli bürokratlara, öğretmenlere, mühendislere, bilim insanlarına ve sanatçılara bu sayede dönüştürebilmişti.
Bu, geçici olması zorunlu bir uzlaşı dönemiydi. 

Kapitalist ekonominin olağan işleyişiyle zenginleşmekte olan kapitalist sınıf daha 2. Dünya Savaşı yıllarında buğday karaborsacılığıyla1 uzlaşıyı bozma sinyalleri vermişti. Savaşın bitimiyle beraber hem NATO’ya giriş ile askeri anlamda, hem Ford, General Electric gibi Amerikan tekelleriyle kurulan ortaklıklarla ekonomik anlamda hızla emperyalist batıya yamanmış, hemen ardından hiç şaşırtıcı olmayacak biçimde 6-7 Eylül gibi azınlıkları mülksüzleştirip iç tekelleşmeyi hızlandıracak bir operasyon yapılmış, daha genel konuşursak sermaye sınıfının pervasız yöntemlerle sermaye biriktirmeye girişmesi ve devletin de buna çanak tutması baskın bir eğilime dönüşmüştü. En belirgin ideolojik özelliği İslamcılık değil liberalizm olan Demokrat Parti’nin tam bu dönemde iktidara gelmesi bir tesadüf değil, sermaye sınıfının baskın yönelimlerinin mantıksal sonucuydu.

Bu yıllardan itibaren Kemalizm de bir yol ayrımına geldi. Sermaye sınıfı ile yollarını ayırmayan ama kendisini devletin sahibi zannetmeye devam eden, çoğunluğu sivil ve asker bürokratlardan oluşan kesim ilericiliğini de, halkı kollamaya çalışan sınıf uzlaşmacısı hassasiyetlerini de, uluslararası maceralardan kategorik olarak uzak duran barışçı yönünü de yitirmeye başladı. Sermaye sınıfı, cumhuriyeti nasıl çürütüp yozlaştırdıysa, kendisiyle selamı sabahı kesemeyen (ve fetişleştirdikleri devletin çatısı altında kaldığı müddetçe kesemeyecek olan) Kemalistleri de adım adım halkın değil sermayenin çıkarları için çalışan memurlara dönüştürdü.

Zamanla sınıflar arasındaki uzlaşı tamamen bozuldu ve sermaye sınıfı, en önemli dönüm noktaları 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri olan bir süreçle diktatörlüğünü kurdu. 

Süreç, sermaye sınıfı ile yolları ayıramayan Kemalistler için de trajik olarak nitelenebilecek bir biçimde sonlandı; zira sermaye diktatörlüğü açısından 1923 Cumhuriyetinin değerleri birer ayak bağıydı ve cumhuriyetin kurucu ilkelerine yozlaşmış bir biçimde olsa da halen bağlı olanların aynı zamanda yıkıcılık görevini üstlenmesi mümkün değildi. Adım adım aşındırılan bu değerler 2002’den itibaren AKP tarafından gerçekleştirilen karşı devrimle hoyratça yok edildi.

Cumhuriyet İslamcılar ve liberaller tarafından yıkılırken, elinden eskiye tutunmak ve ayak diremekten başka bir şey gelmeyenlerin payına da Ergenekon ve benzeri operasyonlarla tasfiye düştü.

Buraya kadar yazdıklarımızdan bir ara sonuç çıkar: Artık halkçı ve bağımsızlıkçı bir çerçevede Kemalist olmak isteyen birine Türkiye’nin yeni düzeninde yer yok. Böyle insanlar kendilerine düzenin dışında bir yer bulmalı.

Ama biz başlığa geri dönelim: Bugün Türkiye sermaye sınıfı nasıl bir “Yeni Uzlaşı” arıyor?

***

Altı çizilmesi gereken ilk nokta şu, Türkiye 1923 yılındaki ülke olmadığı gibi, 1960’lardaki ülke de değil. Artık Türkiye sermaye sınıfının, salt emperyalist devletlere uşakça yamanarak; Amerikan, İngiliz ve Alman sermayesine taşeronluk ederek ve onların artıklarından beslenerek çıkarlarını ilerletmesi imkânsız. Türkiye sermayesi, sınıf çıkarlarını dünya çapında kovalamak, bunu yaparken zaman zaman kendisinden daha büyük emperyalist tekeller ve onların devletleriyle rekabete girişmek zorunda.

Bu yüzden, Türkiye’ye dair 1960 ve 70’lerin “mazlum devlet” ezberiyle konuşan solcular niyetlerinden bağımsız olarak mücadeleye zarar veriyorlar. Kapitalist bir ülke emperyalizm tarafından eziliyor ve tehdit ediliyorsa, orada sol karakterli bir sınıf uzlaşısının zemini vardır. Ülkenin kendisi emperyalist olma yoluna girdiğinde ise bu kez sağ karakterli bir sınıf uzlaşısına zemin oluşur.

Almanya ve Türkiye’nin kuruluşunu birbirinden farklı kılan budur. Almanya, henüz ulusal birliğini sağlarken Fransa’yı dize getirecek güçte bir sanayi devletiydi ve tekelleşmiş Alman sermayesi yayılmacılık ihtiyacını gerçekleştirebilmek için kendi işçi sınıfını yedeklemek zorundaydı (zira düşman emperyalist güçleri dize getirecek savaş makinesi için sadece eline silah tutuşturulacak gençlere değil, çelik fabrikalarında ölümüne çalışacak işçilere de muhtaçtı). Bu ihtiyacın hayata geçirilmesi için önce komünistler ezildi, işçi sınıfı öncüsünü kaybedince de emperyalist sınıf uzlaşısı en ileri noktada Nazi korporatizmiyle kuruldu. Devamı malum… 

Türkiye’de ise aynı yıllarda sınıf uzlaşısı zemini ülkenin kuruluşu ve bekasıydı. Bu yüzden Recep Peker gibi alçaklar ne kadar çekiştirirse çekiştirsin Türkiye Nazi müttefiki olmadı. 

Bu nokta geride kaldı. Artık Türkiye’nin bir beka sorunu yok. Ama Türkiye sermayesi yarışa kendisinden önce başlamış emperyalist tekeller ile farkı giderek kapatıyor ve aradaki rekabet ilişkisi; 1800’lerin son çeyreğinde Alman tekelleri ile Fransız ve İngiliz tekelleri arasındaki ilişkiye hayli benziyor. Türkiye sermayesi bu yüzden kendi bozduğu sol karakterli sınıf uzlaşısının yerine bir süredir sağ karakterli bir sınıf uzlaşısı inşa etmeye çalışıyor.

Erdoğan’ın “iç cepheyi tahkim etme” vurgusu da ağzından düşürmediği “yerli, milli” lafları da bununla ilgili. Ve Erdoğan’ın Türkiye kapitalizmi için üstlendiği rol, Otto von Bismarck’ın Alman tekelleri için üstlendiği role, Mustafa Kemal’in Türkiye’nin kuruluşunda üstlendiği rolden çok daha fazla benziyor.

***

Aranmakta olan uzlaşının, (eğer kurulabilirse) tam olarak nasıl kurulacağı hem farklı burjuva özneler arasındaki rekabetin hem de sınıf mücadelesinin sonucu olacağı için, eksiksiz bir tablo çizip kehanette bulunmak abesle iştigal. Ama bazı hâkim eğilimlerden söz etmemiz mümkün: Birincisi, uzlaşının ideolojik karakteri, artık egemen hale gelmiş, dolayısıyla otoriter ama güler yüzlü ve özgüvenli, nur yüzlü ak sakallı dede kılıklı bir Sünni İslam olarak kurgulanıyor. İkincisi, bu ideolojik karakter genel anlamda Yeni Osmanlıcılığın ve özel anlamda bu çerçevede kurulmaya çalışılan Kürt barışının çerçevesini oluşturuyor. Üçüncüsü, uzlaşının asıl önemli unsuru olan maddi zemininde, Türkiye sermayesinin emperyal yayılmacılığından sağlayacağı getirilerin bir kısmının, bir vadede Türkiye işçi sınıfı ile paylaşılması vaadi bulunuyor. Dördüncüsü, bu yayılmacılık sadece yurt dışındaki (bir kısmı askeri karakter taşıyacak) faaliyetlerden gelir elde etmeyi değil; diğer tüm emperyalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal hiyerarşisinin en altına, pek çok temel haktan hukuken olmasa da fiilen yoksun, herkesten fazla sömürülen bir göçmen işçi basamağı eklemeyi öngörüyor.

Kimse işçi sınıfının mevcut yoksullaşma düzeyinin böyle bir uzlaşıyı imkânsız hale getirdiğini düşünmemeli. Goebbels 1936’da “tereyağı olmadan yaşayabiliriz ama silahlarımız olmadan yaşayamayız” söylevini verirken, Alman işçi sınıfı alkışlıyordu. Dikkat edin, bugün yeni vergiler de, asgari ücret tartışmaları da benzer bir biçimde “savunma sanayisinin yeterliliği” gibi kavramlara bağlanıyor 

Buradan çıkartılması gereken politik sonuç şu: Sadece işçi sınıfının çıkarlarından değil halkların kültürel eşitliği, kadının özgürlüğü, laiklik, bağımsızlık gibi ilerici değerlerden yana olan herkes böyle sağ karakterli bir sınıf uzlaşısı kurulmasına karşı çıkmalı ve işçi sınıfının politik bağımsızlığını savunmalı. Zira aranan uzlaşı işçi sınıfının iradesini sermaye sınıfına yedeklemeyi, onu daha “fedakâr ve kanaatkâr” bir maddi gelir düzeyinde tutup, sermayeye aktarılan kaynakları emperyal hevesler çerçevesinde ülke dışına doğru saldırgan biçimde seferber etmeyi hedefliyor.

Detaylara girip zaten çok uzamış olan bu yazıyı daha da uzatmayacağım, bunun sonucu kaçınılmaz biçimde hem ülkemizin hem de Türkiye sermayesinin haris elini uzatacağı coğrafyaların yoksulları için daha fazla kayıp olur. Zira tam bağımsızlık sadece başkaları tarafından sömürülmemek ve onlara bağımlı olmamak değil; başkalarını sömürmeye de bağımlı olmamaktır. Emperyalist, yayılmacı heveslerle maceralara kalkışan ve başkalarını sömürmeye bağımlı hale gelen bir Türkiye'nin, kısa vadede kazanımlar elde etse de aydınlık bir geleceği olmayacaktır.

Ödünsüz biçimde, hem Türkiye’nin emperyal heveslerini de reddeden biçimde antiemperyalist hem de yurtsever ve bağımsızlıkçı olmak gereken bir dönemece giriyoruz. Bu iki ilkeden birini es geçmek, boşa düşmek ve taraflardan birine yamanmak mutlaka yenilmek anlamına gelecek.

Üstelik AKP karşıtlığını Amerikancılıkla, Avrupa Birlikçilikle, emperyalistlere uşaklıkla yapan besleme liberaller bu süreçte mutlaka Türkiye düşmanlığı yaparak ilerici cepheyi bölmeye çalışacak ve mücadele edilmesi gereken başka bir düşman kategorisi teşkil edecekler.

Bir insanın da bir siyasi hareketin de kendi ülkesinin emperyalist eğilimlerine karşı çıkacak biçimde anti emperyalist olmasının tek yolu var: İşçi sınıfının politik bağımsızlığını sağlamayı ve bu yolla emperyalist olmayan egemen bir devlet inşa etmeyi hedeflemek. Türkiye’de bunu başaracak güçte bir işçi sınıfı da bu doğrultuyu hedefleyen ve tüm ilerici yurttaşları saflarına çağıran bir Komünist Parti de var.

Yıktıkları cumhuriyetimizin kuruluşunun 101. yılında, tüm ilerici insanları yeniden kuruluş için bu partinin, Türkiye Komünist Partisi’nin saflarına çağırıyoruz.

  • 1. Bu vaka başlı başına Türkiye sermaye sınıfı tarihinde, niye önemsenmediğini pek anlayamadığım bir vatansızlık ve halk düşmanlığı delilidir. Şurada detaylı biçimde anlatmaya çalışmıştım: Nevzat Evrim Önal, Anadolu Tarımının 150 Yıllık Öyküsü, 2. Baskı, İstanbul: Yazılama Yayınları, 2012, s.91-97.