Türkiye kovide ve yangına kurban ediliyorsa töreni organize edenler arasında bunlar da vardır.

Cumartesi değinileri; Kovid bitmedi mi? Trafo dediğin patlar mı? Darbeyi kim bastırdı?

Türkiye’de vaka sayısı hesabına güvenmek için bir neden yok. Ama kaydedilen artış oranı açısından düşündüğümüzde bir ayda 7 binden 117 bine fırlamış bir grafik var. Demek ki kovid bitmemiştir ve yetkililerin ilan ettikleri müjde asılsız çıkmıştır. Bu su götürmez. Lakin devamı var.

Bir: Yanılgı bizim bakanla ve reisle başlayıp bitmiyor; dünya böyle!

İki: Yanlış anons gereği önlemlerin kaldırılması ve aşılamanın durdurulması hiç de gerekli değildi. Pekâlâ, topluma “siz yine de maske takın” denebilir, aşılamaya devam edilebilirdi. Tersi durumda grafiklerin yukarıya döneceği açıktı.

Üç: Görüşüne başvurulan uzmanlar sadece zamanlama sapmasından söz ediyorlar. Yani bugünkü parlamayı sonbaharda bekliyorlarmış, kabaca iki-üç ay erken gelmiş…

Bu kadarı yeter. Öngörülmemiş bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşünmek olanaksız. Gerisi bilim insanları tarafından tamamlanmak üzere, temel alınması gereken saptamaları siyasal/toplumsal analiz yoluyla sıralayabiliriz.

Birinci saptama: “Pandemi bitti” müjdesinin başına gelenler dünyamızın egemen güçlerinin başından beri sahip olduğu yaklaşımı yeniden kanıtladı: Hastalığın bitmesini değil yönetilmesini tercih ediyorlar. Bu ne demek somut olarak? Bir kovid piyasası var ve bu piyasada aşı ve ilaç gibi metalar dönüyor. Bunlar çöp olacak değil ya; dönüştürülebilirdi. Ama bununla uğraşmadan, yani yeni yatırım yapmadan mevcut malı olduğu gibi satmayı sürdürmek daha kolay. Sonra, işçi sınıfının baskılanması için pandemi kapitalistlere nimet gibi gelmiştir. Toplumun atomize edilmesi, mücadele zeminlerinin dağıtılması için hakeza. Yaşlı nüfusun olağan oranların üstünde bir hızla sosyal güvenlik sisteminden tasfiyesi, yani ölmeye itilmesi de çok avantajlıdır sistem açısından. Daha konjonktürel bir kazanım olarak Kuzey yarımkürede turizm sektörü bu yıl büyük ölçüde kurtarılmıştır. Kapitalizmin bütün dünyada yoksulluk ve işsizliği kitlelere yedirebilmesinde salgın hastalık mazereti çok kullanışlıdır… Toplumların sağlık sorununun kapitalist bir tercih olduğu kesindir.

İkinci saptama: Sistem böylesi bir doğrultuda hareket ettiğinde, yani salgını bitirmeme, belli bir süre içinde yeniden kabartmaya yöneldiğinde, zamanlamanın yönetilmesi imkânsızdır. İnsanlara risk yok dediğinizde salgın kaç haftada nasıl bir ivme kazanabilir? Bu, hata payı düşük biçimde yanıtlanabilecek bir soru değil. Demek ki, insan sağlığına değil salgın ekonomisinin yönetimine öncelik tanıyan kapitalizmin süreç yönetme kapasitesi sürprizlere, belirsizliklere açıktır. Hatta denebilir ki, bunlar vazgeçtik hastalığı yok edeceğiz deseler bile bunu başaramayacaklardır.

Üçüncü saptama: Bir virüsü alt edebilmek ile kapitalizme karşı mücadele sanıldığından çok daha karmaşık bir bütünlük arz etmektedir.

Bu saptamalar olmadan bugünün dünyasında tıp bilimi yapılamaz. Bu saptamalar yoksa tıp hayat kurtarmaya değil ölümden kâr etmeye endekslenir.

***

Datça yangını bir trafodan mı çıkmış? Türkiye’de bu tür haberlere de güvenmenin sınırı var, biliyoruz. Belki de trafo rivayeti imar değişikliği planlarının örtüsüdür!

Ama trafo yangını daha karanlık emellerin üstüne örtülebilecek bir şey, bir nevi mücbir sebep midir? Elektrik trafosu dediğiniz şey yanıcı mıdır? Toplum yanan trafolarla birlikte yaşamaya alışmalı mıdır?

Yoksa elektrik dağıtım şirketleri halkı kazıklamanın karşılığında yapmaları gereken işi, bakımı da boş verip kârlarını mı arttırmaktadır? Ormanlık alanda yetkisi olmadığını dile getiren belediye yetkilileri trafoların durumunu kendi başlarına gözlemlemedikleri için halkı suçlamayı da düşünecekler midir? İlgili meslek örgütleri uyarıcı olma sorumluluğunu üstlenemezler mi?

Soruların yanıtları bellidir ve buraya kadarı yine, devamını uzmanlara bırakmak üzere, temel alınması gereken saptamaları yazmak için yeterlidir.

Bir: Yangına karşı mücadelenin sistem sorunu olduğunun ayırdına 2021 yazında topluca varmıştık. Devlet kurumları yangın söndürme donanımını umursamamıştı. Çünkü uçak bulundurmak, gece görüşlü helikopter almak, bunların bakımını yapmak, bakım yapacak teknik kadroyu geliştirmek, sahada çalışacak kadro istihdam etmek kâr getirici faaliyetler değil. Tersine devletin bu tür her harcaması sermaye sınıfından çalınmış sayılmaktadır. Bu noktadan “devletin elinde imkânlar var, ama çok rüzgâr esiyor” ile uzaklaşılamaz. Elde var bir, sorun rüzgârda değil sistemde düğümleniyor.

İki: Elektrik dağıtımı gibi kamu hizmetlerinin kâr amaçlı kuruluşlara devredilmesine son vermeden orman yangınlarına karşı önlem almak imkânsız değilse de, çelişkilidir. Altyapının bakımı toplumun güvenliğiyle ilgili bir zorunluluk mudur, yoksa bir şirketin maliyet kalemi mi? Yanıt ikinciyse, denetim işlevleri şirketin kârlılık hesaplarıyla didişmeyi gerektirir. Bu çelişme en azından verimsizdir. Bununla uğraşacağınıza işin bütününü devletin üstlenmesi mantıklı değil mi? Toplumun güvenliği, aynı sağlıkta olduğu gibi devletin olaya el koymasıyla başlar. Başa dönelim; hani trafo seçeneği inşaatın örtüsü olabilir demiştik ya… Yani yangından çıkar sağlayanın, altyapı hizmetinden kısan elektrik dağıtımcısı değil de, araziye çökmeye hazırlanan inşaatçı veya turizmciler olduğunu varsayalım. Daha doğrusu,  hepsi birden! Demek ki, halk açısından bunların tamamı zarar ziyan!

Üç: Devamla, düzen muhalefeti bu saptamaları yadsıyacağı için denetleme işlevini de hakkıyla yerine getiremez. Belediye muhalefetteyse, o da bahse konu şirketlerin müşterisidir. Bu düzende muhalefet iktidara gelmek için sermaye sınıfından destek arar ve şirketler sermaye sınıfının önemli bir parçasıdır. Elektrik dağıtımcısı, inşaatçı, turizmci ve diğerleri düzen siyasetinin efendileridir!

Bu saptamaları yapmayan partiler ve kurumlar, tehlikenin muhatabı durumundaki halkı örgütlü bir taraf olarak görmek de istemez. Sonuç bellidir: Yangınla mücadele sistemle mücadeleyi gerektirir.

***

Yukarıdaki iki konu arasında benzerlikler açık. Kabul ediyorum ki, sonuncusu öyle değil. Dün itibariyle bir yıldönümünü daha idrak ettiğimiz “Darbe önleme vakasında” kimler baş aktördür?

İktidar bloğuna bakarsak birinci darbesavar özne Erdoğan. İkincisi ise kolektif bir özne olarak tankın egzozuna atlet tıkayanlarla uçağa kafa atmayı deneyenlerden oluşuyor! Bu özetin yetersiz olduğunu biliyoruz. O gece devleti parsellemiş iki dinci yapıdan tarikat olanı orduyu kontrol etmeyi denedi. Hükümetteki ise, ordunun dışında bir de paramiliter bir hareketi ayağa kaldırdı. Burada da başka tarikatlar vardı, kontrgerilla vardı. Bir tarafın arkasında ABD hissediliyor idiyse, Erdoğan’a da Rus istihbaratının el uzattığı çok yazıldı... “Kim önledi” sorusunun birinci yanıtı böyle.

İkinci tez ise darbeyi Kemalist subayların bertaraf ettiği yolundadır ve iç bayıcı bir biçimde tekrarlanıp durmaktadır. 15 Temmuz gecesi darbe girişimine katılmayan subaylar ve öbekler tamamıyla AKP’li olamazdı, böyle bir devlet örgütlenmesi yoktur, olmaz. Ama bireylerden hareketle siyasal analiz de yapamazsınız. “Darbeyi Kemalistler püskürttü” dendiğinde bu “olay yerinde bazı Kemalistler görüldü” anlamına gelmez. Bu bir ittifak saptamasıdır. Kuşkusuz darbe girişiminin öncesindeki ve sonrasındaki gelişmeler bu tezi destekleyen veriler barındırıyor. Perinçek oradan geçmiştir, Mavi Vatan orada yazılmıştır… Bizim meselemizse şudur: Darbe kötüyse bu ittifak iyi midir? Bunca yıl, bunca soygun ve hele 2013 Haziran’ından sonra AKP’yi aklamak ayıp değil midir?

15 Temmuz Bayramına ortak olan veya ortak olduğu iddia edilen “Kemalistler”, Mustafa Kemal’in kimlik kartında yazan bağımsızlıkçılığı önemsemeyen türdendir, çünkü bağımsızlıkçı değil ancak emperyalist dengelerde cambaz olabilirler. Laiklik ise zerre kadar umurlarında değildir. Türkiye kovide ve yangına kurban ediliyorsa töreni organize edenler arasında bunlar da vardır.