'Kapitalizmin de fani olduğu gerçeğinden kaçamazsınız. Düzenin insana yabancılaşması hızlanıp derinleşiyor. Düzen yıkılacak, insan yaşayacak.'

Cumartesi değinileri

Pandemiye devam, 
                         değişen CHP, 
                                     Emin ağabeyin ardından ve 
                                                              Cüneyt’e dokunma…

Koronavirüs salgınının sanıldığı ve olması gerektiği gibi toplumları geçici olarak etkileyecek bir hastalık olmadığını daha önce çok konuştuk. Gerçekten de biricik hayali neo-liberalizm evresini uzatmak olan kapitalist egemenler pandemiyi hemen bir enstrüman haline getirdi. Bunun için birtakım komplo çetelerinin gizli laboratuvarlarda akla zarar işler çevirmesi gerekmiyor, ama ortaya çıkan tablo bundan daha normal de olmuyor. 

Güncel varyant tabloyu daha da açık hale getiriyor. Temkinli davranıp yalnızca Türkiye’deki gözlemlerden hareket ederek söyleyelim, omikron ortalama nüfus içinde hastalığın daha hafif geçmesine neden oluyor… Madem öyle, gelsin yeni “önlemler”: Vaka sayıları patlarken PCR testi temaslılara yapılmasın. Karantina süresi kısaltılsın. Bakanın bir zamanlar çok sevdiği filyasyonun üstüne bir örtü atılsın… 

Başka ülkeler bir yana, AKP hastalık geçiyormuş gibi yapıyor. Hem gerçeklikle bağınızı kopartıyorsunuz, hem yoğun bakım üniteleri dolup taşmıyor, hastane sistemi kilitlenmiyor. Omikron, hastalığı tarihe gömmek değil toplumu buna alıştırmak arzusundaki düzen için bir nimet! 

Patlayan salgın kamuya ve bilime ihtiyacı açığa çıkartır. Sürüp giden salgın piyasayı ve gericiliği arka kapıdan içeri alır… Çözüm aşılamada, ama aşı kampanyası yapmak istemiyorlar. Çünkü bu durumda aşı karşıtlığının toplumsal dayanağını oluşturan aydınlanma ve bilim düşmanlığını, gericiliği baskılamak zorunda kalırlardı. Öyleyse önlemleri de geri çekip fiilen sürü bağışıklığı yoluna giriliyor. 

Biz sürü değiliz, ama bundan daha önemlisi, virüsün sürekli dönüşüm geçirmesi nedeniyle bu yol büyük ölçüde bir çıkmaz. Bir varyanta bağışıklık sonrakine sökmeyebilir çünkü. Ama ne gam; maksat insanlar ölmesin değil ki. Tersine kapitalizmin doğası, her yıl düzenli ve garantili biçimde birkaç milyarlık devasa yeni bir aşı pazarının “özgürleşmesinden” yana. Hastalık biraz baskılansın ama sürsün. Baskılansın ve sürsün ki, ilaçları satın alıp halka dağıtmak zorunluluğu kalksın artık. Çıksın devletler aradan, tekellerle tüketici kitleler piyasada özgürce buluşsunlar! Ne kadar hastalık, o kadar kâr!

Öte yandan insanlar bir araya gelmekten ürksün. Sadece politik olarak değil, sosyalleşmek, eğlenmek, beraber düşünmek, en geniş anlamıyla örgütlenmek için yapılacak buluşmalara karşı yasaklama gerekçesi dursun bir kenarda. Ekonomi niye böyle diye soran olursa gösterecek adres olarak pandemi yanıtı çekmecede tutulsun… Bunların egemen güçler için sağladığı olanaklar azımsanmamalıdır. 

Bitmiyor; hükümet olarak bunların yanında hediye olarak aşı karşıtı Necmettin oğlu Fatih Erbakan’ın hayır duasını alıyorsunuz. O da yetmiyor, kronik hastalıklardan mustarip, ekonomik olarak aktif olmayan yaştaki yoksul insanlar sisteme “yük” olmak yerine biraz biraz ölüyorlar…  

Ama kapitalizmin de fani olduğu gerçeğinden kaçamazsınız. Düzenin insana yabancılaşması hızlanıp derinleşiyor. Düzen yıkılacak, insan yaşayacak.

***

Önceki gün CHP Genel Başkanı’nın bir sözünü duyunca bir dejavü yaşadım. “Ben bunu daha önce de duymuştum.” Baktım internete ve Kılıçdaroğlu’nun “Son on yılda en büyük değişimi yaşayan parti CHP’dir” sözünü bir nakarat haline getirdiğini gördüm. 

Bize ne, CHP’nin değişmesi kendine… diyemiyoruz… 

Bir kere, değişmekle o kadar da övünmenin manası yok, bu parti uzun tarihi boyunca birden fazla kere değişmiş. Kökeni sayılan Osmanlı-Türk modernleşme akımlarının pragmatik dengeciliğinin yerini bağımsızlıkçılık aldı örneğin. Emperyalist özentilerinin karşısına “yurtta sulh cihanda sulh” çıktı. Sovyet dostu oldu Cumhuriyet Halk Fırkası. Öncesinde laik eğilimler vardı, ama bir sistem olarak laikliğin inşası bayağı bir değişimin ürünü olarak çıktı. Sermaye sahiplerini güçlendirmeyi gözetmekten hiç vazgeçmedi, ama Cumhuriyet çağında parti kalkınmacı oldu…

Sonra yine değişti. Kurduğu Cumhuriyetin tarihsel ilerlemelerini törpüleme misyonuyla donandı. Hele İkinci Savaş yıllarında faşizm, ırkçılık, dinci gericilik 1920-23 devriminin altını oydu. Bizi nasıl ilgilendirmesin, CHP’nin öksüz bıraktığı değerleri hep komünistler yaşattı!

Ancak kendisi geçmişini silmek istese de, toplumsal algı düzen siyasetçileri kadar oynak olamadığından mıdır nedir, gericiliğin ve sermaye tahakkümünün bayrağını başkalarının devralması daha uygun düştü. 

Sağ CHP’nin içinden çıktı ve 1960’ların ortasından itibaren CHP de solda kaldı. Sosyalist hareketin önünü kapatmak, komünizme yol vermemek için en uygunu buydu. Ama o günlerden itibaren kamuoyu Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetten genel bir ilericiliğe uzanan hattı bellemiş oldu. CHP artık ne yapsa solcu sayılacaktı.

Kılıçdaroğlu CHP’si bu algıyla kavga etmektedir. Solculuğun 19.yüzyılda kaldığı iddiasıyla özdeşleşen “değiştik” iddiası aslında burjuvazinin devrim yapmaktan duyduğu pişmanlığın itirafı. Düzen nasıl emperyalizmle dostluğu, gericiliği, paranın saltanatını ilke ediniyorsa, bir düzen partisinin de bağımsızlığı boş laf, laikliği suç, piyasayı baş tacı sayması gerekmektedir. CHP son on yılda pişmanlığını tescillemiş bir partidir.

Ancak Kılıçdaroğlu’nun dilinde değişimi nakarat haline getiren bir pürüz var yine de. CHP NATO’cudur, ama dayandığı kentli, emekçi, modern taban yurtsever. CHP laikliği artık reddetmektedir, ama aynı taban bilime inanmakta ve laikliği yaşam biçimi olarak sahiplenmektedir. Aynı taban ağırlıklı olarak emekten yanadır ve soyguncu zenginlerden iğrenmektedir. Son değişiklikle CHP, AKP iktidarına muhalefete geçen sağcıları bir araya toparlamış, kendisini sağcılaştırmış bir partidir. Ama tabanındaki kitleler solu aramaktadır. 

Kılıçdaroğlu son on yılda CHP’yi öldürülen çocuklar için katil tarikatları eleştiremeyen bir noktaya getirmiş bulunuyor. CHP nereye gider, kendisi bilir. Ama Türkiye bu değişimi yemeyecektir. Asıl bu düzen değişecek!

***

Nereden gelip nereye gittiği konusunda kendinden emin olan bir aydındı Emin Karaca. 12 Ocak 2022 ölüm yıldönümüydü. Geçen yıl kovit onu bizlerden aldığında, karantinanın ortasında dilediğimiz gibi uğurlayamamıştık. Geçen hafta da omikron kuşatması ve karla karışık bir yağmur altında yine arzu ettiğimiz gibi anamadık. 

Borcumuz olsun Emin Karaca’nın yaşamına, emeğine, ürünlerine. O da “nasılsa ödersiniz” derdi en fazla. Daha büyük ihtimalle, tevazuu yine elden bırakmaz, “ne borcu canım” yapardı, başını hafif eğerek ve tatlı tatlı gülümseyerek…

Emin Karaca’yı tam hangi yıl tanıdığımı ezbere bilemedim. Ama o dönem Sosyalist İktidar Partisi’nin görkemli bir salon toplantısında yaptığı konuşmadaki sözlerini dün gibi hatırlıyorum. O sıralar solda esen liberal rüzgâra, o rüzgarda yerli yersiz tekrarlanan “her yerden”, “oradan”, “buradan” sözlerine göndermeyle “bizim nereden geldiğimiz bellidir” demişti. Paris Komünü’nü, Ekim Devrimi’ni ve Türkiye’de komünist hareketin yapı taşlarını saymıştı. 1990’ların ilk yarısı olmalı. Zaten dergi ve gazete arşivlerimiz var, bakabiliyoruz. Sosyalist İktidar gazetesinin 22 Aralık 1994 tarihli ve 30 numaralı sayısında “Dün biz seçimlerde ne yapardık?” sorusunu irdelemiş örneğin. SİP’in Emek Barış Özgürlük Bloku çatısı altında katıldığı bir genel seçime günler kala…

Demek ki bu tarihlerden az önce, sonbahar aylarında tanışmış olmamız büyük olasılık. İstanbul’da üniversitelerde faşistlerin öğrencilere yaygın saldırılar düzenlemesi üzerine SİP aydınlara gençleri yalnız bırakmamak için çağrıda bulunmuş ve Marmara Üniversite’nin Göztepe ile İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt kampüslerinin önüne randevu vermişti. Emin Karaca genel sekreteri olduğu Türkiye Yazarlar Sendikası’nı temsilen de davete icabet etti. Orada tanıştık, konuştuk, tekrar buluştuk, tartıştık, sohbet ettik. Partiye katıldı. 

1999 seçimlerinde SİP’in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olacaktı. Gladio kitabını Türkçeye çevirdiği için aldığı ceza adaylığının YSK tarafından reddine mazeret oldu. Bir komünist olarak yaşadı, bir komünist olarak öldü. Son kitabı pandemi koşullarında dağıtıma bile çıkamamış doğru dürüst. İşçi Sınıfı, “12 Mart Faşizmi”nde N’olmuştu Sana?.. Thkp-C İşçi Kesimi Davası’nı yazmıştı. Doğumu bekleyen başka çalışmalar bilgisayarında gün ışığına çıkmayı bekliyor muhtemelen.

Nereden geldiğini biliyor, bununla övünüyordu. Borcumuz sadece hak ettiği gibi anmak değildir. O yolu büyütmek, o yolda ilerlemektir.

***

Cüneyt Cebenoyan’a karşı sorumluluğumuzu da unuttuğumuzu sanan yanılır. Cüneyt’in ablası Yasemin’i ve Onat Kutlar’ı tam da 1994 yılı 1995’e bağlanacakken bir kör terör bombası aramızdan almıştı. 

Bugünden bakıyorum da, şimdilerde çocuk sayılan yaşta, gençtik, Marksisttik. O yaşından iki buçuk yıl önce bir trafik kazasında ölene kadar hep bir sosyalist olarak yaşayan, gericiliğe, şovenizme, sömürü düzenine zerre prim vermeyen Cüneyt o katliamın PKK tarafından yapıldığı gerçeğinin hep üstüne gitti. Doğrusunu yaptı. Sosyalist olduğu için karşı yakaya, failleri görmezden gelmediği için de Kürt milliyetçiliğine toz kondurmayan “kendi mahallesine” yaranamadı. 

Geçen hafta Nedim Şener kalkmış ve Cüneyt’in terör eleştirisini AKP’nin güncel Kürt düşmanlığına yontmaya yeltenmiş. Kendisi iktidarın önce sopayla sonra havuçla yardakçılar takımına kattıklarındandır. Cüneyt Cebenoyan’ın adını anma ehliyeti yoktur.