Belli ki taşlar bağlanmış. Belli ki yeni normal diye yutturulmaya çalışılan bir hayat kurgusunun sınırlarını çizme gayreti içindeler canhıraş. Kendilerini dayatmaya çalışıyorlar tüm zamanlara, boşluk bırakmazlarsa, nefes aldırmazlarsa, yıkımı çağırırlarsa her yan sütliman olacak sanrısı içindeler. Oysa pek güzel söylemiş atalar. Mızrak çuvala sığmıyor demek ki. Bu telaş ondan. 

Covit19 Günleri-5: Özlemli yazı

Dokunsanız ağlarım. O kadarım yani. İçim serinlesin istiyorum, olmuyor. Bir şeyler yakalıyorum gibi geliyor bazen, belli belirsiz. Hayal meyal. Hani azıcık elimde tutsam varlığına inanacağım, sevineceğim ve peşinden gideceğim. Bir kayıp duygusu içindeyim. “Unuttuğum yıllarım” diye başlayan cümleler kurmaktan zor alıkoyuyorum kendimi. Olmaz diyorum, böyle yazı yazılmaz, yazılmamalı. 

Öte yandan televizyon kanallarında hastalıktan daha tehlikeli biçimlerde arz-ı endâm ederek parmak sallayan gorgoların istilası altında hayatımız. Ama ben pedofil profesörlerden bahsetmek istemiyorum, kadınları ve çocukları hedef gösteren, tecavüz iması yapan insanlık için tehlikeli parazitlerden de, komşusunu kesme hayalleri kuran bir takım kadınlardan da… Belli ki taşlar bağlanmış. Belli ki yeni normal diye yutturulmaya çalışılan bir hayat kurgusunun sınırlarını çizme gayreti içindeler canhıraş. Kendilerini dayatmaya çalışıyorlar tüm zamanlara, boşluk bırakmazlarsa, nefes aldırmazlarsa, yıkımı çağırırlarsa her yan sütliman olacak sanrısı içindeler. Oysa pek güzel söylemiş atalar. Mızrak çuvala sığmıyor demek ki. Bu telaş ondan. 

Bırakınız.

Hep böyle değildik inanın. Nefret, öfke, güvensizlik, küstahlık, cehalet, hurafe, yozlaşma, tehdit, aymazlık, eyyamcılık, gösteriş, sığlık, kibir, çürüme, haksızlık, hakkaniyetsizlik, gericilik, karanlık bu denli akmıyordu paçalarımızdan. 

Dedim ya bunlarla meşgul olduğumuz yeter. 

Bahar geçti gitti, yaz geldi, yaz da geçer ama yeter ki kararmasın sol memenin altındaki cevâhir, değil mi?

Alacakaranlık kuşağı içindeymişiz gibiyse de daha yürünecek çok yollar, yapılacak çok işler var, diye düşündürttü. İşte böyle bir bahar serpintisi getirdi yüreğime… Akan zamanda bir çizik attı. Tatlı mayhoş bir lezzet kattı geceme, 

İnsan insana gerek. 

İnsan fakat… İnsan insanın ağusunu alır. İnsan insanın ağırlığını yeğniltir. İnsan insana can katar. İnsan insanın dostu, sırdaşı, omuzdaşı, yoldaşı…

Ötesi yok. 

Niye mi böyle düşünür oldum. Yeditepe İstanbul yüzünden.  Bir zamanlar TRT’de…Yeditepe İstanbul etkisi ile şenlendi, ışıklandı, çiçeklendi, sevgilendi yüreğim. Hakikaten. Çok duymuştum adını. Dizi 24.05.2001’de yayınlanmış. Yani tam on dokuz yıl önce. 47. bölümü ile de bitmiş. 

Paralel bir evrenden pat diye düştüler sanki evime. Balat’ın kargacık burgacık mahallelerinden birinde oturan ahali, nasıl sıcacık sarmaladılar şu kasvetli günlerde. Biz bile unutmuşken öncesini, hiç bilmeyen gençlere, çocuklara ne demeli…

Dizide mi, kimler yok ki; Meral Okay, Zuhal Olcay, Uğur Polat, Emre Kınay, Özgü Namal, Ruhi Sarı, Hikmet Karagöz… Meraklısı açıp bakabilir… Birbirinden iyi oyuncular, harika bir senaryo ve elbette yönetmenlik. 

Hani Netflix dizilerinden aldığımız keçiboynuzu tadının esamesi yok. Öneriyorum anlayacağınız dehşetle; eğer izlemediyseniz benim gibi. Öneriyorum çünkü gerçeklik zemini hiç atlanmamış çünkü karakterler olayların etkisiyle gelişip dönüşüyor, ete kemiğe bürünüp hayatınızdan biri olup çıkıyorlar. Nâzım’ın dediği gibi toprağa basıyorlar ayaklarını, toprakta kökleniyorlar, yeşilleniyor, soluyor, kuruyor yeniden tohumlanıyorlar. 

Ama ben bir kayıp duygusuyla izliyorum diziyi aşırı doza kaçmadan, kendime günün sonu ödülü vererek. Bu kadar da hakkım olmamalı mı, a canlar şu pandemi günlerinde? Nihayetinde ölümlü dünya. 

Şaka bir yana tam on dokuz yıl öncesindeki “eski” Türkiye zamanı nasıl güzel geldi. İşte kayıp ve ağıt duygumun temeli bu. TRT köprüsünün altından çok sular aktı elbette. Bilmek ayrı, bir dizinin yarattığı iyicil dünyada bunu derinden idrak etmek, hissetmek ayrı. 

Kaç yılım kayıp diyesim geliyor. 19 yılım… Neredeymişim, ne yaparmışım, nasıl rastlamamışım Uğur Polat’a? Ali’ye yani. Hani “Uyan Ali’m” türküsünü söylerken bir sızıdan başka bir sızıya geçiyor Ali İsmail Korkmaz’ı anıyorum. Havva Ana’nın göğsünde dinlenirken, Olcay’ın, Önem’in yaşama tutunma çabalarına selam duruyorum. 

Bir garip ruh hali içinde tekrar tekrar izlesem diyorum, içine girsem yaşasam Yeditepe’nin. İstanbul’un. Yusuf’un Remzi ile Galata Kulesi’ndeki mangal muhabbetlerinde nasıl Boğaz kokusu doluyor burnuma. 

İstanbul’u özlemişim belli ki… Burnumun direği sızlıyor. Vedat Türkali’nin güzelim “Bekle Bizi İstanbul” şiiriyle selam gönderiyorum. 

Bekle bizi İstanbul…