'İnsanlığın felaketleri de sermaye düzenine içkindir, her yoldan olduğu gibi buradan da para kazanmak, insanı ve doğayı sömürmek mubahtır kapitalizmde.'

Çöküş ve çıkış

Pazartesi sabaha karşı depremin milyonlarca kişiyi uykuda yakalamasından sadece saatler sonra çimento şirketlerinin borsadaki hisselerinin tavan yaptığı haberleri düştü ekranlara. On binlerce kişinin tonlarca betonun altında kaldığı ve kiminin öldüğü kiminin kurtarılmayı beklediği saatlerde birileri yeni inşaatların, yeni binaların kokusunu almış ve hisselere saldırmıştı çünkü.

Birkaç fırsatçının, açgözlünün, yüreği kararmışın yaptığı bir işe indirgenebilir mi peki bu? Münferit bir hadise olarak geçiştirilebilir ve görmezden gelinebilir mi? Ya da sadece “ahlaki çöküş” diyerek anlaşılabilir mi?

Elbette ki hayır! Çünkü her şeyin alınıp satılabilir hale geldiği, her şeyin metalaştığı, her şeyin bir fiyatının olduğu yerde birileri de çıkıp felaketleri fırsata çevirmekten çekinmeyecektir ki zaten tek tek kişilere özgü bir durum değildir bu. Savaşlar, depremler, felaketler, insanlığın kaderini ellerinde tutan büyük şirketler için, silah tekelleri için, ilaç tekelleri için çoktan birer kâr kapısı haline gelmiş durumdadır. Dolayısıyla insanlığın felaketleri de sermaye düzenine içkindir, her yoldan olduğu gibi buradan da para kazanmak, insanı ve doğayı sömürmek mubahtır kapitalizmde.

Buradan devam edelim. Devletin sınıfsal karakterinin en net bir şekilde gözlenebileceği belge kamu bütçeleridir. Bütçeler devletin gelirlerini kimlerden, nasıl elde ettiğini ve nereye, nasıl harcadığını gösterir. Devletin temel gelir kaynağı vergilerdir ve vergi yükünün kimin sırtında olduğu doğrudan sınıfsal bir tercihtir. Türkiye’de şirketler, sermayedarlar, paradan para kazananlar doğru dürüst vergi ödemez, her türlü muafiyet ve istisnadan yararlanırlar. Asıl yük ise vergisi bordrosunda kesilen ve kazandığı parayla aldığı ürünlerdeki tüketim vergilerini ödeyen ücretlilerin üzerindedir; devleti doğrudan ya da dolaylı vergiler aracılığıyla emekçi kitleler finanse eder yani.

“Deprem vergisi” diye bilinen Özel İletişim Vergisi de dolaylı vergilerden biridir, 1999 depreminden beri yürürlüktedir ve buradan elde edilen gelir 88 milyar liraya ulaşmıştır. Toplanan bu paraların sahiden depremle mücadele için kullanılıp kullanılmadığı ise bir muammadır. “Deprem vergileri nerede” sorusuna eski bakan Mehmet Şimşek “duble yollara gidiyor, demiryollarına, havayollarına, çiftçimize, eğitime gidiyor” şeklinde bir yanıt vermiştir.

Elbette ki bütçelemede genellik ilkesi diye bir şey vardır; yani belirli kamu gelirleri belirli kamu giderlerine tahsis edilemez. Ancak deprem felaketi sonrası getirilen bir vergiden elde edilen gelirin, hele Türkiye gibi bir deprem ülkesinde, olası depremlerin can ve mal kaybını azaltmak için kullanılması, örneğin depreme dayanıklı yeni binaların yapılmasına, mevcut binaların güçlendirilmesine, kentsel dönüşüme vs. harcanması beklenir, doğal olan budur.

Peki bizde bu yapılmış mıdır? Tabii ki yapılmamıştır. Peki “deprem vergisi” de dâhil olmak üzere toplanan vergiler nereye gitmektedir? Tabii ki sermayenin cebine. Örneğin “beşli çete” olarak bilinen ama sayıları bundan çok daha fazla olan “kırk haramiler”in devletten aldığı ihalelerin, verilen garantilerin, yapılan servet transferinin haddi hesabı yoktur. Kur Korumalı Mevduat adı altında bir grup para babasına milyarlarca lira aktarılmaktadır. Vergi yerine borç alınan –ki bu da sınıfsal bir tercihtir- patronlara faiz gideri olarak yapılan ödemeler akıl almaz boyutlardadır.

“Kırk haramiler” demişken, depremin tam da inşaat odaklı, dolayısıyla eninde sonunda patlayacak bir ekonomik büyüme modelinin sınırlarına dayandığımız günlere denk geldiğini hatırlamamız gerekmektedir. Plansız, kalkınma esasından uzak, katma değer yaratmayan, refah üretmeyen bir büyüme modelinin ülkenin geleceğinden zaten çalıyor olması yetmiyormuş gibi bir de depremle birlikte ülkenin üzerine devasa bir beton yığını çökmüş, ülke komple göçük altında kalmıştır.

Kamuculuğun tasfiyesi, halktan küçük bir azınlığa yapılan servet transferi, rejimin kendisini fonlamak için bir müteahhit çetesiyle kurduğu varoluşsal ilişki, sayısız kere değiştirilen ihale yasası, rant bölüşümüne dayalı güç ilişkileri, kâr hırsı derken ülke koca bir şantiyeye çevrilmiş, o şantiye de ilk büyük depremde yerle yeksan olmuş ve halkın üzerine çökmüştür. Yaşadığımız felaketin büyüklüğünün rejimin ekonomi-politiğiyle doğrudan bağlantısı vardır dolayısıyla.

Burada elbette bir de iktidarın hem liyakatle hem de bilim ve akılla kurduğu ilişkiye bakmak gerekir. Devletleşmiş bir parti, AFAD örneğinin çok açık bir şekilde gösterdiği üzere, devletin bütün kurumlarını kendi kadrolarıyla doldurmuş, liyakatin yerini torpil almış, kurumları uzmanlar değil partizanlar yönetmeye başlamış, her bir kurum doğrudan tek adamın iki dudağının ağzına bakar hale gelmiş ve dolayısıyla bildiğimiz anlamdaki bürokrasi ortadan kalkmıştır.

Dinsel karakteri haiz bu rejimin bilim ve akılla kurduğu ilişki de problemlidir. 1999 depreminin kendilerinin iktidara gelişlerinde oynadığı rolü unutanlar, geride kalan 20 yıl boyunca, 99’un tekrar etmesini engelleyecek neredeyse hiçbir adım atmamış, bilim insanlarının uyarılarını dinlememiş ve görmezden gelmişlerdir. 99’un bir benzeri, belki de daha büyüğü bir felaketle karşılaşmamız neticesinde gördüğümüz şey ise her türlü bilimsel çalışma için harcanan paranın katbekat fazlasının tahsis edildiği Diyanet’e henüz daha insanlar göçük altındayken ve sağ iken sala okutmaktır.

Depremin tozu dumanı azıcık dağıldığı andan itibaren, iktidar ortaya çıkan tablonun ülkenin değil kendisin bekası açısından bir muhasebesini yapacak ve ülkeyi bu hengâme içerisinde, bölgede ilan edilmiş OHAL’le birlikte ve devlet olmanın bütün olanaklarını kullanarak seçime götürmenin mi yoksa (savaş hali dışında imkânsız olmasına rağmen) seçimleri erteleme girişimlerinde bulunmanın mı daha faydalı olduğuna bir karar verip ona uygun adımlar atacaktır. Muhalefetin “birlik beraberlik” adı altında hizaya geçip geçmeyeceği ise o adımların sınırlarını ve uzanacağı yerleri belirleyecektir.

Ülkede bir çöküş hali olduğu muhakkaktır, ülkemiz planlı, programlı bir şekilde ve sözcüğün her anlamıyla çökertilmiştir doğru ama her şeye rağmen halk kendisine de umut verecek bir şekilde orada öylece durmaktadır. Sergilenen dayanışma ve yardımlaşma, ortaya çıkan kolektif ruh hali, yan yana durmaya, başkasının yarasını sarmaya, ona derman olmaya yönelik yürek ve akıl, umudun nerede olduğunu göstermektedir. Halk kendi varlığının farkına vardıkça umudu da başka yerde değil kendisinde arayacaktır; o arayış bizim de umudumuzdur ve ortaklaştırmamız gereken de tam olarak budur, çöküşten ancak böyle çıkılacaktır.