Türkiye işgal altındaki talihsiz bir ülkedir. İşgal edilmiş olanın yeniden işgal edilmesi ise saçmadır.

Çökmüş düzenin çürümüşleri

Cihat Yaycı… “Müstafi” general. “Eski rejimin” parlak bir subayıydı. Ama, talihsizliği, yükselişi eski rejimin çöküş zamanlarına denk geldi. 2012'de Tuğamiralliğe terfi etti, aynı yıl Moskova askeri ataşesi görevine getirildi. 2016'da Tümamiral oldu. Bir yıl sonra Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı görevine atandı. Saray, neden bilinmez, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanlığı görevinden alıp Genelkurmay Başkanlığı'nın emrine verince istifa edip ayrıldı.

Aslında parlaması da istifasının ardından ortaya çıktı. “Mavi Vatan” doktrinin iki teorisyeninden biri oldu. Yanı sıra Türkiye-Libya arasındaki tartışmalı “Deniz Yetki Anlaşması”nın da mimarı. Görevdeyken TSK’daki “FETÖ” yapılanmasını tespit etmek amacıyla “FETÖMETRE” adını verdiği bir uygulama icat etmişti. İcadını “silah arkadaşlarına” uyguladılar, metresine uyan dört bin kadarını kapı önüne koydular. Tasfiyecilerinin tasfiye memurudur. 

Adı geçen “renkli vatan” teorileriyle ilgilenmediyseniz eğer, Sedat Peker’in açıklamalarından hatırlayacaksınız; görevinden istifa edince soluğu Cihan Ekşioğlu’nun Paramount Oteli’ndeki makamında almıştı. O ziyaretin fotoğrafında bir de yerli yersiz ulumasıyla ünlü eski MHP Milletvekili Cemal Erginyurt vardı. Malum, otelin patronu Cihan Ekşioğlu, AKP’nin korumasındaki seçilmiş patronlardan biri. Rusya’dan Dubai’ye, Libya’da Çeçenistan’a pek çok kritik bölgede önemli yatırımları var. Sahibi ve yöneticisi olduğu EKBA holding iktidar tarafından kollanıyor. İnşaat işlerinin yanında savunma sanayiine el atmış. Otel en önemsiz yatırımı anlayacağınız ama nedense çok önemsiyor. Oteli eski sahiplerinden almak için tankla basmış mekânı, iddialar böyle. Neden, önemi nereden kaynaklanıyor bilemeyiz? 

Tahmin edebiliriz, burası diğer işlerini etkileyecek unsurlar için bir buluşma noktası. Oteli tank marifetiyle fethettikten sonra “dünyaca ünlü” birçok ismin katıldığı doğum günü partileri, sosyete eğlenceleri ve ağırlamalar gerçekleştirmiş. Belli ki fotoğraf çektirmeyi de seviyor; Süleyman Soylu, Binali Yıldırım, Tuğrul Türkeş, eski Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit o davetlere katılıp yanında poz verenler arasında. O tarihte günlüğü 100 bin liranın üzerinde olduğu söylenen otelden yolu geçmeyen “Çok Ünlü Kişi” yok gibi. Konukları arasındaki Cihat Yaycı’yı “savunma sanayii” işlerinden tanıdığını tahmin edebiliriz, otelin müdavimleri arasındadır, dostlukları mümkün ve mantıklıdır. 

İşte o Cihat Yaycı geçen hafta çıktı, durup dururken “ABD, Türkiye’yi NATO’dan çıkarıp, işgal planı yapıyor” deyiverdi. Delili ne? Yunanistan’ın mülkiyeti tartışmalı bazı adaları silahlandırması. Dediğine göre bu adalar Türkiye'yi işgal için silahlandırılıyormuş. “Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı ABD kışkırtıyor” demeye getiriyor aklı sıra. Halbuki kendisi de Amerika’da eğitim aldı, o eğitim sayesinde yükseldi. Yükseldiği yer ABD’ye bağlı bir NATO ordusudur. Egenin iki kıyısında da işler uzun zamandır böyle yürüyor. Eğittikleri subayları birbirlerine karşı kışkırtırlar, tabii öncelikle kendi halklarına karşı kışkırtırlar. NATO ordularının ilk görevi halklarının ayaklanmasına engel olmaktır. 

***

İddiasının bir temeli olsa bile sorumlusu yine Cihat Yaycı’nın “şanlı ordusu”dur. Şu kadarını hatırlatalım; Türkiye’nin 1974’te Kıbrıs’a askeri müdahalesinden NATO’yu sorumlu tutan Yunanistan NATO’nun askeri kanadından ayrılmıştı. NATO için bu sıkıntılı bir durumdu, geri döndürmek istediler ama dönüş için Türkiye’nin onayına ihtiyaç vardı. Yolu 12 Eylül cuntası açtı. Evren ve Özal kafa kafaya verdiler, ABD’nin verdiği emrin gereğini yaptılar. Yunanistan böylece yeniden NATO’nun askeri kanadına dönmüş oldu. Demek ki Yunanistan’ı, Türkiye’yi işgal planlarının içinde rol alsın diye, NATO’ya şanlı ordumuz sokmuştur!

***

Kaldı ki Türkiye 1950’li yıllardan bu yana ABD tarafından işgal edilmiş ve NATO’ya dahil edilmiş durumda. İşbirlikçi iktidarların onayı ve rızası sizi yanıltmasın, Türkiye işgal altındaki talihsiz bir ülkedir. İşgal edilmiş olanın yeniden işgal edilmesi ise saçmadır.

Sovyetler Birliği her yeri işgal etmek üzereydi, ABD öyle iddia ediyordu. Amerikancı Adnan Menderes hükümeti buna inanmaya pek hevesliydi. Ancak Türkiye bu açıdan henüz pek önemsiz görünüyordu. NATO’ya giriş dilekçesi niyetine 1950'de Kore Savaşı'na asker göndermeye karar verdiler. Sonra ülkedeki bir avuç Komünisti büyük tehlike olarak göstermek için uyduruk davalar oluşturdular. 1951’de ülkede okur yazar kim varsa Komünist diye tutup cezaevine tıktılar. Türkiye, Kore’de ölüme gönderilen evlatlarının ve tutuklanan bir avuç Komünistin yüzü suyu hürmetine 1952'de NATO'ya üye olmayı başardı. Ülkenin en talihsiz en karanlık günlerinden biridir. 

Yalnızca 10 yıl sonra ülkedeki NATO haber alma tesislerinin sayısı 112'ye ulaşmıştı. Ülkenin 35 kilometrekarelik alanı NATO'nun denetimindeydi, Türk görevlilerin buralara NATO komutasından izinsiz girmesi yasaktı. Dedikleri gibi Sovyetler Birliği’ni gözetlediler. Ama asıl eylemlerini halkımıza karşı yaptılar. NATO ve yerli işbirlikçileri, ülkeyi işgal ettikleri günden bu yana on binlerce yurttaşımızın öldürülmesinde doğrudan rol oynadı. Yani ABD, Türkiye’yi NATO’ya sokarak da işgal etmeyi başarmış bir güçtür. 

Peki nedir bu yersiz açıklamanın nedeni? Malum, “Mavi Vatan” teorisyeni generalimiz uluslararası suları işgal ederek “vatanın” sınırlarını genişletme düşü kuruyor. Bir nevi “karadan yapamadık, denizden deneyelim bari” tutumu bu. Demek ki denizlerin ve adaların silahlandırılmasında değil sorun. İşgal eden, silahlandıran ABD olsa gıkını çıkarmayacak. Yunanistan’ı gözüne kestiriyorlar oldum olası, oradan yürütmek istiyorlar emperyal planlarını. Bu çıkışlar bir yandan da bu “müstafi” eski rejim bakiyelerine düzenle yeniden bağ kurma olanağı doğuruyor. Rejim değişti ama Amerikancılık baki kaldı çünkü. Amerika Türkiye’yi zaten işgal etmemiş gibi konuşmak zorunda haliyle. Bir tür “hizmete hazırım” dilekçesi veriyor yeni düzene. Mavi Vatan yolu açmadıysa, ABD işgal planı açar. Zaten Tayyip Erdoğan da “bir gece ansızın geliriz” demiyor mu karşı yakadaki muhataplarına? Eski generaller gerekçe yaratmak üzere görev başında! 

***

Düzene açılan bir yol hep var yani. Ergenekon Davasında en direngeni Mehmet Ali Çelebi’ydi. Ödüllendirdiler, CHP’den vekil atadılar. Sonra her tarafı oynamaya başladı, devlete muhalif rolü oynamayı bünyesi kaldırmıyordu çünkü. Önce, “Bu kriz ortamında zaman kaybetmemek, güçlü liderlik için Cumhur İttifakı dedim” dedi, sonra AKP’nin kapısını çaldı, tutarlılık arıyordu. Normal bu da. Artık devlet AKP veya Cumhur İttifakı’dır. Çelebi’nin temsil ettiği değerler açısından tutarlı olan da bu devlet ittifakıdır. Böylece kendi tutarsızlığından da arınmış oldu. Orduyu eski ordu, devleti eski devlet sanıyordu çünkü. Ordu ayaktaymış gibi davranıyor, her gün şehit sayımı yapıyordu. Öyle olmadığını anlayınca ordusu olanın safına geçti. Devletten geldi devlete döndü, emir eridir. Ne cumhuriyeti bilir ne laikliği, başka türlüsünü düşünemeyiz.

***

Aralarında başından tutarlı olanlar da var. CHP’de mikro iktidarı ele geçirdikten sonra “laiklik tehlikede diyemem” diyen Kılıçdaroğlu haklıydı aslında. O iktidarını kurduğunda, laiklik çoktan cami avlusuna terk edilmişti. Laiklik yıkılınca cumhuriyete de ihtiyaç kalmadı, İslamcılar gelip son kazmayı vurdu. Yıkıcı kazmaların gürültüsünde oturmuştur kurucu partinin genel başkanlık koltuğuna. Kazmalara borçludur. Ne yapsın, yıkılmamış gibi mi davransın, “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” demesinden belliydi yeni döneme uyum sağladığı. 

Artık yıkılmış cumhuriyetin üzerine dikilmeye çalışılan gecekondunun bir uzantısıdır. O gecekonduya, sahibine ve rejimine bir itirazı yok haliyle. Aslında hiç kimseye bir itirazı yok. Sırf ABD’de olduğu için Ukrayna’nın yanında savaşa girecek kadar itirazsızdır. Yeni rejim itirazsızlar rejimidir. 

Uyumda eksiklikleri var, tamamlamaya çalışıyor. Bir elemanına “seyit” ilan ettiriyor kendini, diğer elemanı halis Türk olduğuna yemin ediyor. Utanmasa çıkıp Alevi olduğunu da inkâr edecek. Hoş sorun kalmadı zaten, bir kültürel renkten ibarettir artık. 

***

Her gün bir yerden göçmek ne iyi. / Her gün bir yere konmak ne güzel. / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş. / Dünle beraber gitti, cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait. / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.” Söylenenlere bakılacak olursa bu dizeler Mevlana’nındır, aslına bakılırsa bugünün “diline” çeviren A. Kadir’indir. Nazım Hikmet, “Harikulade güzel, değil mi? Büyük Celaleddin Rumi ilk defa Türkçe konuştu. Hem de nasıl konuştu” diyerek selamlıyor bu dizeleri. Ama biliyoruz, Mevlâna hiç Türkçe konuşmamıştır.  

Buradayız şimdi; düne ait sözler dünle gitti, rejim değişti, cumhuriyet yıkıldı, laiklik sizlere ömür. Yıkılanı onaramazsınız, gideni geri döndüremezsiniz, çökeni oylarınızla ayağa kaldıramazsınız. Oyalanmaya, ayak sürümeye, kurtarıcı beklemeye gerek yok öyleyse. Demek ki şimdi yeni şeyler söylemenin tam zamanıdır.

Yenisi ise şu: Eskiye geri dönemezsiniz ama ileriye, yeniye sıçramanız mümkündür. Oy vermeniz yetmez yalnız, dizlerinizin üzerinde doğrulacaksınız, yan yana geleceksiniz, örgütlenip devasa bir organizmaya dönüşeceksiniz. 

Çökmüş düzenin çürümüşlerine umut bağlamayı bırakın, ayağa kalkın. Laik cumhuriyet yıkıldı, yenisini kurmak isteyen buyursun gelsin.