Düşmanla kavgada ikimizden biri vurulup düşseydi de o zaman ayrılmış olsaydık keşke.    

Çocukluk arkadaşımı kaybettim

Politik bir yazı değil bu. Öyle bir amacı yok. Ama temelinde yatanın politik bir olgu olduğu besbelli: İkimizin de sınıf mücadelesinde, daha şairane bir söyleyişle, hayat denilen kavgada yer aldığımız taraf aynı olmasaydı, uzun yıllar sonra benim böyle bir yazı yazmam şurada dursun, birbirimizle tanışmamız bile mümkün olmazdı. Herhalde olmazdı.

Arkadaşım derken başına eklediğim çocukluk ise, bu sözcük ne anlatıyorsa, hemen hemen onların hepsidir. Çocuk dediysem, çocukların yapmalarına alışkın olunmayanları yapan çocuklardık. Ülkemize elçi adı altında gönderilen işkencecilerin arabalarını devirip yakardık örneğin. Yirmili yaşlarımızın hemen başındaydık, hatta benim yirmi olmama biraz vardı daha. Buna karşılık, Sinan Cemgil’in önerisiyle kendi başkanlığındaki Sosyalist Fikir Kulübü yönetim kuruluna seçilmiştim. O zaman tüzüğümüzde yazılı olan buydu, ya da belki açık bir yazılı kural olmasa bile, öyle alışmıştık.  Başkan belli olduktan sonra yönetim kurulu üyelikleri için önerilerini sunardı. En azından benim seçildiğimde böyle olmuştu. 

O genel kurulda, Sinan öteki arkadaşların adlarını birer birer sayıp ayağa kaldırırken üniversitenin yeni öğrencisi olarak en son beni tanıttığında, utana sıkıla ve kıpkırmızı bir suratla ayağa kalktığımı, sonraki yıllarda hep keyifle anlattı Metin. Biraz dalgasını geçerek, biraz da kendisinden önce ve daha küçük yaşta yönetime girişimi vurgulayıp bir tür takdir belirtisi olarak. Meğer o da aynı toplantıdaymış.

Bu dediğim 1967 yılındaydı ve birbirimizi tanımıyorduk daha. Bir iki yıl sonra tanışıp arkadaş olduk. Kardeş, dost, yoldaş, bunların her biri ve tümü birden yakıştırılabilir. Yaşamadığımız kalmış mıdır, bilmem. Ne arkadaşlıktı ama! Ne kavgalar, dövüşler… Ne güzel işler, ne iyilikler, ne tatsızlıklar... Çoğu kez yan yanaydık, karşı karşıya geldiğimiz de oldu. Yüz yüzeyken hiç kötü söz söylemedik birbirimize. Yüz yüze değilken söylediklerimiz de kötü olmamıştır, kuşku duymuyorum.

Politik yazı olmayacak, dedim. Sözümüzü tutalım. Hem de fazla uzatmayalım. Sadece iki anı. Bunlar hiç aklımdan çıkmayanlar arasında nedense. 

Birincisi, çok eskilerden. O mezun olmuş. Yaklaşık bir yıl kadar süren Maliye Bakanlığı memurluğuna girmiş. Biz daha son sınıftayız. Bir gün bizi okulda ziyarete gelmişti. Biz dediğim, biri çoktandır aramızdan göçmüş iki sınıf ve parti arkadaşım ile ben. Bu anıyı aktararak yakınlarda kaybettiğimiz hocamız Rona Aybay’ı da anmış oluyorum. 

Rona Hoca’nın verdiği “Karşılaştırmalı Hükümetler” diye dilimize çevirebileceğimiz bir seçmeli ders vardı. Orada üç öğrenci birlikte bir ödev hazırlamıştık. Konu “Paris Komünü”. Metin de mezuniyetinden önce aynı dersi almış ve aynı konuda bir ödev hazırlamış, biliyorduk. Hâlâ sakladığı ödevini yararlanmak üzere ondan almış ve kantarın topuzunu kaçırıp yararlanmanın oldukça ötesine geçmiştik. Sınıfta yaptığımız sunuştan sonra, Hoca beğendiğini belirtmekle birlikte bir de merakını dile getirmişti: “Arkadaşlar, bir iki yıl önce mezun olan bir öğrencimiz vardı, o da bu konuda bir çalışma yapmıştı. Sizinki de ona benziyor biraz.” Bunları söyledikten sonra da sormuştu: “Adı Metin Çulhaoğlu’ydu. Tanıyor musunuz onu?” Biraz kemküm ettikten sonra, “Valla hiç duymadık böyle birini.” demiştik. Bu pek de filozofik olmayan bir yadsıma idi. 

Ancak, yadsımanın yadsınması da o ziyaret gününde gerçekleşti. Dördümüz üniversite kafeteryasında öğle yemeği yedikten sonra konuşa gülüşe bizim fakülteye dönüyorduk. Bizim binaya komşu Mimarlık Fakültesi’nin girişine yaklaşırken karşıdan Rona Hoca çıkmasın mı? Çare yok, çünkü saklanacak yer yok. Bozuntuya vermeden yürümemize devam edip selamlaştık. Hocanın selamımızı alırken hepimizin duyabileceği bir sesle söylediği şu olmuştu: “Oh oh, muhabbetiniz bol olsun çocuklar!”

Biz üçümüz ne utanmıştık ama! 

İkinci anı, ilkinden daha yeni, 12 Eylül’den önceye rastlıyor. Yer Elmadağ Cezaevi galiba. Her ikisini, 12 Eylül’den ne kadar önce olduğunu da Ankara’nın hangi ilçesindeki cezaevi olduğunu da şu anda tam olarak hatırlamıyorum. Şimdi kendisi olsa, başka bir yığın ayrıntıyla birlikte, kesin olarak hatırlardı. Doğrudan kendi hayatıyla ilgili olduğu için değil sadece. Belleği de çok güçlüydü ve onu yarıştırmaktan çekinmezdi. Aslında, buna yarıştırmak denmez; çünkü, yarışmayı kazanacağından emin olduğu için o havaya hiç girmeden iddiasını söylerdi. Rasgele bir örnek verebilirim, Ankaragücü’nün bilmem kaç yıl önceki ilk onbirini hiç yanılmadan sayabilirdi. Bazen ona takılırdım: “Renklerden belli, sen aslında Fenerlisin de, açık edemediğin için Ankaragüçlü ayaklarına yatıyorsun.” Keyfi yerindeyse gülerek, değilse biraz sinirlenerek reddederdi. 

Neyse, cezaevine dönelim. Bir gün, onun en yakınlarından küçük bir grup, ziyaretine gitmiştik. Grubumuzun en yaşlısı onun annesi, en genci ise ona “babaanne” diyen benim 4-5 yaşlarındaki kızım.  Yanımızda götürürken “Metin Amca yeni bir eve taşındı, onu görmeye gidiyoruz.” demiştik. Daha çok bahçeli bir taşra evini andıran cezaevinin bizden başka kimsenin olmadığı genişçe avlusunda koşturup durur ve kendi kendine birtakım oyunlar oynarken, bir ara, yanıma gelip kulağıma fısıldamıştı: “Baba, Metin Amca’nın yeni evini beğendim.”

O küçük kızın artık liseli bir delikanlının annesi ve Amerikalı, Hispanik, Çinli bir yığın üniversitelinin öğretmeni olduğunu sana söyleme fırsatı bulmuş muydum kardeşim? Hatırlamıyorum. Ama o mapusane avlusunda kulağıma fısıldadığını oradan çıktıktan yıllar sonra sana söylediğimde nasıl etkilendiğini iyi hatırlıyorum. Birçok insana anlattığını da…

Elimizde olan ve olmayan nedenlerle ortaya çıkmış kesintilerle birlikte yarım yüzyılı aşkın bir süre. Birikmiş olanlar azbuz değil elbet. Dolayısıyla, anlatılabilecekler çok fazla. Bazıları dostça söyleşilere, bazıları da başka yazılara kalsın. Umarım, vakit bulurum.

Ne diyor şair, “bu dünyayı artık sen olmadan düşünmeye çalışacağız.” Gerçi, ne zamandır benimle birlikte mi düşünüyordun sanki, diyerek bir sitem gönderebilirsin hocam. Doğrudur. Yine de, yakınlarda bir yerlerde olduğunu, soluk alıp verdiğini, ara sıra da olsa haberleşebileceğimizi biliyordum. Artık böyle bir avuntum da olmayacak. 

Düşmanla kavgada ikimizden biri vurulup düşseydi de o zaman ayrılmış olsaydık keşke.