Öyle anlaşılıyor ki Erdoğan'ın gelecek tasarımı 'Misak-ı Milli' ve 'Kuva-yı Milliye' kavramları üzerine kurulu...

Çift başlı anahtar

'Misak-ı Milli' ve 'Kuva-yı Milliye', kurtuluş savaşıdır.

"Milli sınırları içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz" diyerek hedefi ve tehditi, "Milli iradeyi hâkim kılmak temel esastır" diyerek de yolu ve mücadeleyi tarif eder.

Cumhuriyete giden yol, bu iki sihirli cümlenin, çift başlı bir anahtar vazifesi görmesi ile açıldı.

Biri olmadan diğeri, bu iki ilkenin tehdide karşı mücadele amacıyla bütünleştirildiği ruhu ifade etmez.

Öyle anlaşılıyor ki, Kılıçdaroğlu'nun Suriyelileri 2 yıl içinde göndereceğine ilişkin sözlerine Kıbrıs'tan "'Ben Atatürk’ün partisiyim’ diyen bu adam, ‘Kuvay-ı Milliye geleneğinden geliyorum’ diyor ama bir defa Kuvay-ı Milliye ruhundan haberi yok" şeklinde cevap veren Erdoğan'ın gelecek tasarımı, "Misak-ı Milli" ve "Kuva-yı Milliye" kavramları üzerine kurulu.

Bunun temeli, 2017 yılından bu yana her Atatürk'ü anma toplantısında tekrarladığı, "Biz Kurtuluş Savaşımıza başlarken ilan ettiğimiz Misak-ı Milli'mize dahi sahip çıkamadık" açıklaması ile kurduğu ittifak ve oluşturduğu politikalara dayanıyor. 

Erdoğan'ın neden bu yola girdiği sorusunun cevabı, siyasetin ve siyasetçinin neden odak değişikliğine ihtiyaç duyduğu sorusunun cevabıyla aynı. 

Yüzyıllar boyunca hastalıklar, afetler, işgaller ve birçok diğer tehlikelerle uğraşan toplumların tehlike durumunda verdikleri refleksler, adeta sosyal birer norm olarak toplumun bilincine işlenir. Her toplumun belirli olaylara karşı verdiği belirli refleksler vardır. M.Ö. 5. yüzyılda dünyayı dolaşan tarihçi Heredot'un tespitlerinde dahi izi sürülebilen ve hakkında birçok akademik araştırma bulunan bu mefhum, her daim siyasetçiler tarafından toplumları yönlendirmek adına kullanılagelmiştir.

ABD'de Trump, Brezilya'da Jair Bolsonaro ve Macaristan'da Viktor Orbán'ın göç karşıtı ve sağ politika örnekleriyle beraber, her popülist siyasetçi gibi Erdoğan da, iktidarı süresince toplumun korku ve endişesine cevap veren söylemler geliştirirdi. 

Üstelik, 2023'e giderken de, sadece o korku ve tehlikeden beslenmekle kalmayıp, bu kez, korku ve endişeyi kendisi besleyerek, kendisini ve partisini toplumun sinir sisteminin odağına oturtacak politikalar geliştiriyor. Bu bağlamda, milleti ortak bir tehdit karşısında bir araya getirme başarısını 100 yıl önce kanıtlamış olan 'Misak-ı Milli ve Kuvay-ı Milliye' ruhunu da odak haline getireceği kuvvetle muhtemel görünüyor.

Bu itibarla, Kılıçdaroğlu'na yanıt vermekten imtina ettiği bilinen Erdoğan'ın, bu kez ona, Suriyeliler üzerine söylediği bir söz üzerinden, o bölgeye atıfla 'misak-ı milli' hatırlatmasında bulunması ve üstelik bunu da 'yavru vatan' Kıbrıs'ta bulunduğu bir zaman dilimine denk getirmesi ile, "Verdiğimiz mücadele kendimiz için değil milletimiz adınadır. İçinden geçtiğimiz dönemin gerçeği şudur; AK Parti ne kadar güçlü olursa ülkemiz de o kadar güçlüdür. Buna karşılık AK Parti'nin zayıflaması demek, Allah göstermesin, Türkiye'nin savunmasının zayıflaması demektir." sözleri gelecek tasarımının kilometre taşları olarak görülebilir. 

Göstereceği 'büyük tehdite' bu iki sihirli cümlenin üretmesini umduğu rıza ile aradığı, şimdilik, seçimi kazanmasına yetecek bir çoğunluk gibi görünse de, başarırsa, bu momentumun ona kazandıracağı zaman ve enerjiyi nasıl kullanacağı ise başka bir yazı konusu olacaktır.

Seçimleri bir milli mücadeleye çevirecek Erdoğan karşısında, CHP'nin başını çektiği meclis muhalefetinin karşılık olarak sunduğu 'güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüş' planı ise; gelir adaletsizliğinin, yoksulluğun, toplumsal düzenin bozulmasının nedenlerini bulanıklaştırmaya, bunların sonuçları üzerine konuşulmamasını sağlamaya, yaşanılan sefaletin kaynağını belirsizleştirmeye, sömürü mekanizmasını elinde tutanları yine, bir kez daha, hedeften çıkartmaktan başka bir işe yaramıyor.

Bu plan, biriken sorunlar üzerinden ortaya çıkan toplumsal değişim taleplerini, gerçekten bir değişime önayak olabilecek tek kurum olan siyasetin gündeminden düşürerek, dernek, vakıf gibi sivil organizasyonlara havale ediyor ve siyaseti ise basit bir demokrasi mücadelesine indirgiyor. 

Bu plan, bir deri bir kemik kalmış bir insanın gözüne bir sanal gerçeklik gözlüğü takıp bunun sonsuza dek kalmasını istemekle eşdeğer.

Oysa toplumun önüne sanal gerçekliğin vaat ettiği cezbedici kaçış planları değil, zenginle fakir arasındaki eşitsizliği kapatacak, insanların gerçek dertlerine yer açacak, onların önüne düşüp talep edilen değişimi gerçeğe dönüştürecek, siyaseti ve güç merkezini yeniden tarifleyen bir siyasi aks oluşturularak çıkılması gerekiyor.

Bunu neoliberalizmin bataklığında çırpınan, bütün yaşanılan sorunların müsebbibi olan bu ekonomik ve siyasi modele sadakate bağlı, "CHP'yi kapatalım, vakfa dönüştürelim" diyenlerin şu anda yönetici koltuklarında oturduğu CHP ve ittifaklarından beklemek, şimdilik, gerçekçi ve mümkün görünmüyor.

Ancak umutsuz değiliz. Ülkemizdeki zihni kuşatılmışlığa karşı entelektüel bir karşı duruş zinciri kurmasını umduğumuz, sekretaryasını Prof. Dr. Oğuz Oyan, Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir ile Prof. Dr. Erhan Nalçacı'nın yaptığı, cumhuriyetimizin aydın birikimini harekete geçiren Dayanışma Meclisi'nin, 'Türkiye'nin yolu aydınlık olsun' sözleriyle mücadeleyi başlatan çıkış bildirgesi ve yaptığı diğer çalışmalar ise umudumuzu besleyerek bağımsız, 'yeniden Cumhuriyet' yoluna ışık tutuyor.