Unutulmamalıdır ki sınıfsal bir saldırıya ancak sınıfsal bir şekilde direnilebilir, sınıfsal bir yoksullaştırmaya ancak sınıfsal bir şekilde karşı konulabilir. 

Çarkların değil bu devranın dönmesi gerekiyor 

İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçtiğimiz günlerde dar gelirli vatandaşların ve öğrencilerin ucuz yemeğe ulaşabilmesi için uygulamaya koyduğu Kent Lokantaları’nın ilkini beraberinde kimi tartışmaları da getirecek şekilde Çapa’da açtı. 

Kuşkusuz önemli bir girişimdir ve lokanta sayısının özellikle yoksul semtlerinde, mahallelerinde bir an önce hızlı bir şekilde artırılması gerekmektedir. 

Ancak dört çeşit yemeğin 29 liraya ve görece ucuza satıldığı bu lokantada bile, günde tek öğünle karnını doyurmaya çalışmanın aylık maliyetinin 900 lira olduğunu ve bunun da asgari ücretin neredeyse dörtte birine tekabül ettiğini görmek önemlidir. 

Memleket derin bir yoksulluk tarafından esir alınmış durumdadır, yara tahmin edilenin de ötesinde ağırdır ve bu tür uygulamalar küçük bir pansuman olmaktan öteye gidemezler, radikal bir tedavi programına ihtiyaç vardır.

Sadece son bir yılda, Türkiye’nin ilk beş yüz şirketinin kârlılığındaki artış yüzde 137 iken işçi ücretlerindeki artış sadece yüzde 33 olmuş, işçi başı ortalama ücret artışı ise yüzde 26’da kalmıştır. Sermayenin uzun vadeli aklını temsil ettiğini bildiğimiz TÜSİAD’ın bile “yoksullaştıran büyüme” tabirini kabul etmek ve kullanmak zorunda kaldığı bir durumdur bu.

Yaşadığımız hızlı ve derin yoksullaşma, en temel insani haklarımıza yönelik bir saldırı anlamına gelmektedir ve mesele sadece karnını doyurabilmek, insani beslenme olanaklarına sahip olamamak değildir. 

Örneğin ulaşım fiyatları nedeniyle insanlar bir yerden bir yere gitmekten mahrum kalmakta, “seyahat hakları”nı yitirmektedirler; öyle ki öğrenciler ailelerinin yanına, yurttaşlar bayram izninde memleketlerine gitmekte hiç olmadığı kadar zorlanmaktadırlar.  

Yol parası, otel/pansiyon parası, yeme içme fiyatları derken, yılda hiç olmazsa bir hafta bir yerlerde tatil yapma hakkı toplumun ezici bir çoğunluğunun elinden fiilen alınmış durumdadır. Bir haftalık en hesaplı tatil birkaç aylık maaşa tekabül etmektedir çünkü. 

Ve konut… İnsanların insanca barınma hakkı ardı ardına yaşananlarla ve astronomik ölçüde artan ev fiyatlarıyla/kiralarla ortadan kaldırılmıştır. Konuta sosyal bir hak olarak değil bir yatırım aracı olarak bakan ve inşaatı ekonominin motor gücü haline getiren müteahhit kafasıyla gelinen yer tam olarak burasıdır.  

Tam da bu nedenle, zenginin daha da zengin, yoksulun daha da yoksul olduğu bu düzen, gıdadan seyahate, tatilden barınmaya uzanan bir genişlikte en temel ihtiyaçlarımıza, en temel haklarımıza, yani topyekûn bir şekilde var oluşumuza saldırmaktadır. 

Ve durum böyleyken ülkede yaprak kıpırdamamakta, neredeyse hiç ses çıkmamaktadır. Öyle ki memur ve emeklilere Temmuz ayında yasal olarak verilmesi gereken enflasyon farkı bir lütufmuş gibi sunulmakta, asgari ücrette bir artış olup olmayacağı ise Erdoğan’ın takdirine bırakılmaktadır. 

Türkiye toplumu geçmişte de yüksek enflasyonla karşı karşıya kalmış, gecelik devalüasyonlarla bir anda yoksullaşmıştır; ancak yaşadığı kayıpları bir süre sonra kısmen de olsa telafi edebilmiştir. Çünkü o zamanlar sendikalar her şeye rağmen ayaktadır, toplumsal muhalefet diridir, yüz binler, milyonlar meydanları, alanları doldurabilmektedir, protestolar, gösteri yürüyüşleri yapılabilmektedir. Tüm bunlar ise kaçınılmaz olarak ücret pazarlıklarına yansımaktadır, devlet de sermaye de toplumsal tepkiyi gözetmek zorunda kaldığı için çalışanlar maaş ve ücretlerine enflasyondaki artışa yakın zamlar alabilmektedirler. 

Peki ya bugün? Bugün toplum bir yandan örgütsüzlüğünün, güçlü bir emek hareketinin olmayışının, sendikaların zayıflığının, diğer yandan ise iktidar ve muhalefet eliyle sokağın öcüleştirilerek bir hak arama mevzii olmaktan çıkarılmasının ve siyasetin seçimlere/sandığa indirgenmesinin bedelini ödemektedir. 

Bugün yaşadığımız kriz dibine kadar sınıfsal bir karakter taşımakta, patronlar, bankalar, holdingler, halkın yoksulluğu pahasına kârlarına kâr katmakta, bunu yaparken de bir sınıf olarak davranmakta, yani kendi kolektif çıkarlarını savunmaktadırlar.

Esas mesele üç kuruşa köle misali çalıştırılanların, hem karşılarında bir sınıf bulunduğunun hem de kendilerinin bir sınıf olduğunun farkına varmalarıdır. Unutulmamalıdır ki sınıfsal bir saldırıya ancak sınıfsal bir şekilde direnilebilir, sınıfsal bir yoksullaştırmaya ancak sınıfsal bir şekilde karşı konulabilir. 

Bu ise seçimleri ve sandığı beklemenin ötesinde bir şeyler yapmak anlamına gelir. Eğer bugün Türkiye’de düzen bizi en temel haklarımızdan yoksun bırakıyorsa, en temel haklarımızı gasp edip bizi insanca yaşamaktan mahrum bırakıyorsa, esas talep edilmesi gereken şey kökten, radikal bir düzen değişikliğidir. Bu düzenin adı sermaye düzeniyse, onu değiştirebilecek olanlar da onun tarafından sömürülenler, yani beyaz ya da mavi yakalı olmaları fark etmeksizin, çalışanlar, emekçiler, işçilerdir.

Türkiye’nin hızla bir kırılma noktasına, bir yol ayrımına gittiği açıktır. Zaman giderek hızlanırken, eğer köle misali çalışıp tüm bu zenginliği üretenler, dünyayı omuzlarında taşıyanlar, bu hayatı yaratanlar “artık yeter” deyip sahneye çıkarlarsa gidişat değişecek, devranın dönmesi mümkün olabilecektir. Yok eğer bu olmazsa çarklar sermaye için, patronlar için dönmeye ve toplumu öğütmeye devam edecektir.