Aksini elbette bekleyemeyiz ama, Akepe Maarifi’nin sloganının ilk sözcüğü dahi tarihsel bağlamda anlamsız ve yanlıştır.
22 yıl elbette uzun bir süre ancak Türkiye’de eğitimin gericileştirilmesinin faturasını Akepe’ye keser, bu olgunun miladını 2002’ye oturtursak bir bakıma haksızlık etmiş, bir bakıma da Akepe’ye hak etmediği bir paye vermiş oluruz. Akepe sebep değil sonuçtur.
Eğitim uzmanı değilim. Bununla birlikte, eğitimdeki gericileşmenin sermaye sınıfının her alandaki tercihleriyle, doğrudan ilintili olduğunu bilecek kadar okumam-yazmam var. Bir başka deyişle gericileşme salt eğitimle sınırlı kalan bir olgu değil. Çok daha genel bir eğilimin hem türevi hem çarpanı.
Yüz yaşını deviren Cumhuriyetin en önemli kazanımlarından biriydi eğitim. Kurucu kadroların ülke halkını kulluktan yurttaşlığa taşıma iradesinin temel aracıydı. Haydi çok da ortadan gitmeyip adını koyalım. Mustafa Kemal Atatürk’ün kafasındaki ülkeyi yaratmanın yoluydu. Yirminci yüzyılın en önemli burjuva devrimcilerinden biri sayılması gereken Mustafa Kemal ne yapacağını biliyordu. Askeri zaferin getirdiği meşruiyeti o ülküsü için kullandı. Fikri anlamda yalnızdı. Birkaç isim dışında çevresindeki çoğunluk kişiye iman ettikleri için “emirlerine” itaat eden vasat beyinlerden oluşuyordu. Çubuğu olabildiğince büktü ama küf kokan bir karanlıktan milyonlarca aydınlık beyin çıkartabilen bir eğitim sistemi yaratmayı başardı.
Sonradan elinde ABD menşeli bir büyüteçle o devrim yıllarında sadece hataları gören kullanışlı sersemlerin iddiasının aksine yarattığı bir Cumhuriyet eliti filan değil, Aydınlanma fikrine sahip çıkmayı yaşam biçimi haline getiren kitlelerdi.
O kitleler bu ülkede devrimciliğin beslendiği başlıca kaynak da oldular. Türkiye’nin her vesileyle saygıyla andığımız devrimcileri, Anadolu’nun dört bir yanında görev yapan öğretmenlerin, Nazilli Basma Fabrikası işçilerinin, Etibank emekçisi genç mühendislerin çocukları ya da torunlarının arasından çıktı. Aksi de düşünülemezdi zaten.
Türkiye sermayesinin ve onun siyasetteki uzantılarının bu gelişimi durdurmak için attıkları adımları, o adımlarla Türkiye’nin ABD’ye eklemlenme süreci arasındaki ilişkiyi sayısız kaynaktan okuyabilirsiniz. Özet olarak Türkiye’nin gericileştirilmesi, Anadolu Aydınlanmasının durdurulması ihtiyacı sermaye tarafından hissedildiğinde bugün iktidarda olan kadroların bir çoğu daha doğmamıştı bile.
Sermaye ve dinci gericilik bu süreçte her zaman doğal müttefik oldular. Zaman zaman ayrıştıkları noktalar da planın özünden ziyade şekline, zamanlamasına, aşamalarına dair tali unsurlardan ibaret kaldı.
Bir dönem hâkim olan retoriğin aksine bu geriye dönüş Devletin silahlı güçlerinin desteği olmadan başarılamazdı. 12 Mart’ta somutlaşan bu destek 12 Eylül’de zirveye ulaştı ve Fatih Yaşlı’nın sık sık vurguladığı gibi Türkiye’ye Aydınlar Ocağı’nda üretilen kapitalist ve gerici deli gömleği silah zoruyla giydirildi.
O süreçte Aydınlanmacı birikimi temsil eden veya etmesi gereken kitleler, örgütler ne yaptılar, neden yenildiler, ne yapsalar daha anlamlı bir direniş sergileyebilirlerdi soruları bu konuları benden çok daha iyi bilenler tarafından uzun uzun tartışıldı. Tartışma sürüyor ve sürmelidir de.
Milli Eğitim(sizlik) Bakanlığı’nın o sloganına işte böyle geldik. Kurumun kendisi bir sorun olunca sloganının sorunsuz olma ihtimali yok. “Çanakkale’den Gazze’ye” diye başlayan bu söz öbeğinin en başından başlayalım.
Cumhuriyet kurulurken, diğer bir çok örnekte görüldüğü gibi bir tarih anlatısı geliştirildi. Bu yapılırken, tarihsel gerçeklerin bir yanından çekiştirildiği, deforme edildiği, dönemin ihtiyaçlarına uygun hale getirildiği yadsınamaz bir gerçektir. Bununla birlikte, biraz abartarak da olsa çarpıtma diyebileceğimiz bu anlatılar akla ve bilime uygundur. O anlatılarda o dönemde Osmanlı Devleti’nin bağlaşığı olan Almanya’nın teknik ve askeri desteği ya da diğer askeri komutanların katkıları zamanla görünmez hale gelse de cinler, periler, evliyalar yoktur. Bunlar Türkiye gericiliğinin uydurmalarıdır.
Çanakkale bir yanıyla vatan savunmasıdır ama Çanakkale’de başkentini işgalden kurtarmaya çalışan Osmanlı Devleti’nin o sırada Galiçya’da da savaştığını, Süveyş harekâtı yapmaya kalkıştığını denkleme eklersek herhangi bir “bağımsızlık ruhu” içerdiğini veya anti-emperyalist bir nitelik taşıdığını iddia etmek güçleşir. Çanakkale bir çok bakımdan önemli bir zaferdir. Üç yıl önce Balkan Savaşı’nda tel tel dökülen bir ordunun yeniden doğuşudur. Üstelik savaşı uzatmış, dünyanın kaderini etkilemiş Sovyet Devrimi’ne giden yolu genişletmiştir. Ancak elma ile armudu karıştırmanın alemi yoktur. Türkiye halkının bağımsızlık iradesini ortaya koyan ve bir çok açıdan anti-emperyalist nitelik taşıyan tek savaşı ve zaferi Kurtuluş Savaşıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın o söz öbeğinde yer almaması da tesadüf olmayabilir. İhtimaldir ki, o “tın tın” öten sloganın yaratıcıları Kurtuluş Savaşı’nda yenilenlerin tarafında olduklarının bilinciyle hareket etmişlerdir.
Toparlayacak olursak, aksini elbette bekleyemeyiz ama, Akepe Maarifi’nin sloganının ilk sözcüğü dahi tarihsel bağlamda anlamsız ve yanlıştır.
Gelelim Gazze’ye. Sloganla dile getirilen Osmanlı Devleti’nin sınırları içinde bir zamanlar Gazze’nin de bulunduğu, bu yüzden vatanın bir parçası sayılması gerektiği ise, bu her bakımdan yanlıştır. Birincisi Gazze Anadolu halklarının vatanı değildir. Böyle bir iddia Filistin halkının toprakları üzerinde hak iddia etmektir. Bunun teknik karşılığı “irredantizm”dir. Hepimizin anlayacağı Türkçesi ise emperyalizm kalfalığına özenildiğinin itirafıdır. Kaldı ki, Filistinliler’in vatanı da Gazze’den ibaret değildir.
Bu arada İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü sömürgeci ve soykırımcı siyasetin okullarda ders konusu olması, öğretilmesi son derece yerinde olurdu. Ancak bunu Akepe yapamaz. Çünkü o siyasetin dolaylı ve kimi zaman doğrudan destekçisidir. Şayet öyle olmasaydı, İsrail’in soykırımına sorunsuz devam edebilmesi için Akdeniz sularını kirleten ABD Donanması’na bağlı “eşek arısı” TCG Anadolu’yla ortak tatbikat yapmaz, bir yıl önce onun demirlediği İzmir Limanı’na demirlemezdi.
Filistin halkının vatan ve bağımsızlık mücadelesini desteklemek için, şu veya bu dine mensubiyet gerekmez. Dönemini bitirip ortadan kalkmış bir devletin yeniden diriltilebileceğini sanacak kadar sersem olmak da gerekmez. İnsan olmak, insanların yaşam hakkına saygı duymak Filistin halkının yanında durmak için hem gerekli hem de yeterli koşuldur. Bunu da çocuk tacizcilerine, “badeci” şeyh bozuntularına, sabah akşam cinsel organlarının doğrultusunda sözde dini vaaz verenlerle, kadın düşmanlarıyla kolkola yürüyenler yapamaz.
Yaparlarsa böyle olur. Trajikomik olur.
Türkiye’de gericiliğin ana sponsoru olan sermayenin alternatif olarak kenarda beklettiği, ABD ve AB’yle dost, Filistin halkının cellatlarının ipini tuttuğu Mahmut Abbas’la yaren düzen içi muhalefet de Filistin halkının bağımsızlığını ve vatanını savunacak anlamlı adımlar atamaz.
Peki bunu kim yapabilir?
Filistin halkının vatanını, bağımsızlığını olduğu kadar, kendi vatanını ve bağımsızlığını korumayı da yaşam biçimi olarak benimseyenler yapabilir. ABD bandıralı “eşek arısı”na karşı halkının onuru için İzmir sokaklarını dolduranlar, doymayan kâr hırslarıyla Filistin halkını öldüren savaş makinasını besleyen, Türkiye halkını yoksullaştıran holdinglerin karşısına dikilenler yapabilir.
Vatanı ve bağımsızlığı, aydınlanmanın, laikliğin, Büyük İnsanlığın yanında duran Komünistler ve birkaç saat önce tamamlanan 14. Kongresi’nde insanlığın düşmanı sermayeyle mücadele kararlığını güçlü şekilde bir kez daha vurgulayan, “mış” gibi yapanlarla arasına koyduğu mesafeyi netleştiren Türkiye Komünist Partisi savunabilir.